Şiir

Şiir
Ben Osmanlıyım

Okudum Not Aldım

Okudum Not Aldım
Hayatta İki Şey

Türkçe... (Mi?)

Türkçe... (Mi?)
Tehlike...

Okudum Not Aldım

Okudum Not Aldım
Ne Çıkar Ateşböceği Sansalar Bizi…

Hâbil amca (Bir evliya ile baba oğul gibi…)

17 Mayıs 2009 Pazar

Ömer Çetin Engin
http://www.saatlimaarif.com/

Bu asırda bir evliya mı?.. Onları herkes göremez, tanıyamaz diye duyardım küçüklüğümden beri… Büyüyüp, tasavvuf kitaplarını okuduğumda bunun doğru olduğunu anladım... Evet, onları tanımak nasip işi ve herkes kavuşamıyor buna… Milenyumun yakınlarında bir yerde, zamanın bütün çirkefliğine bulaşan ben, bir evliyaya kavuştum, evet… Açık kerametlerini gördüm… Bu birkaç bölüm sürecek yazıda o hidayet güneşinden aldığım aksleri size yansıtmaya çalışacağım… Habil amcayı anlatmak Pasifik okyanusunu bardağa doldurmaktan farksız ve daha meşakkatli bir iş… Ama bir yudum huzura muhtaç, ötelerden gelebilecek güzelliklere hasret insanlara bu güzelliği iletmek lazım diye düşündüm… Nasiplileri bekliyor çünkü…
***
Yıllar önceydi… Çok bunalmıştım... Elime geçen eserlerde geçmiş asırlardaki velileri okudukça gözlerim yaşarırdı. Bir onların yaşadıkları zamanı düşünüyor bir de şimdiki insanlara bakıyordum. Her yönüyle çürümüş bir sürü insan… Ve ister istemez onlarla aynı toplumu paylaşma mecburiyeti. Allah dostlarının sözlerindeki ve yaşayışlarındaki güzelliği bizzat görerek öğrenmeyi ne kadar da istiyordum.. Bu zamanda böyle kaç kul vardır ki? Varsa bile nerede ki?
***
Sözleriyle beni çarpacak, ciğerimi yakacak, İslamiyet'i yudum yudum içirtecek o güneşi bulmayı nasıl da istiyordum? Abdülhakîm-i Arvâsi 'kuddise sirruh' hazretlerini (1943'te vefat etmiş büyük âlim ve Allah dostu…) üstad Necip Fazıl Kısakürek'ten okumuştum. Ama O'nun yanında bulunmak nasıl bir duyguydu. Âlim ve evliya bir zat-ı şerif olduğuna yürekten inanıyordum. Ama konuşması, tavırları, o tatlı bakışları, hitap tarzı nasıldı? Bunu öğrenmeyi çok arzuluyordum. Belki bu sayede iğrendiğim ve bana da bulaşan günümüz ölçülerinden kurtulabilecektim...
***
Çok sevdiğim Peygamber torunlarının (ki onlara seyyid denir) bulunduğu bir sohbette konuşulanlara, kulaklarımı değil de sanki ruhumu kabartmıştım o gün...
— 10 yaşından beri Abdülhakîm Efendi hazretlerinin dizi dibinde yetişmiş.
— Cerrahpaşa’da oturuyor.
— Geçenlerde ziyaret etmek nasip oldu.
— Duâsını aldık çok şükür.
Seyyid Abidin beye adeta kekeleyerek sordum.
- Aa.. abi kimden bahsediyorsunuz.
— Hâbil amca'dan.
— Hâbil amca
- Evet...
— Hayatta mı?
- Evet
- Yani Abdülhakîm efendi hazretlerinin bir talebesi ve hayatta öyle mi?...
- Evet. Cerrahpaşa'da oturur.
Kalbim yerinden çıkacak gibiydi... Demek o saadet güneşini çocuk yaşta, daha 10 yaşında tanımakla şereflenmiş ve yıllarca o hazretten ilim ve edep tahsil etmiş bir zat... Ve Cerrahpaşa'da oturuyor. Nasıl etsem? Benim gibi pis bir insan. O'nun huzuruna nasıl gider? O'nun ciğerlerine girip çıkmakla şereflenen havayı nasıl kirletir? Korktum, çekindim... İçimde bir ses -Sakın kaçırma hemen koş yapış eteklerine derken, bir ses de -O Allah dostu, sen patavatsız birisin, edebe dikkat edemezsin, sevmek de sana yeter diyordu...
Kararsız kaldım… Seyyid Abidin abi halimi sezdi.
—Ömer abi ziyaret et.
- Abi rahatsız etmekten korkuyorum!..
— Korkma... Onlar şefkatlidir. Ne geri kal. Ne çok sık git. Daha doğrusu…
- Evet abi… Daha doğrusu!..
— Onlar ayarlarlar…
Peki, nasıl gidecektim. Bir başka seyyid abi çocuğunu ertesi sabah Cerrahpaşa hastanesine götürecekti. İstanbul'u iyi bilmiyordu.
— Ömer, yarın sabah çocuğu hastaneye götüreceğim bana yardımcı olur musun? Oradan seni Habil amcaya götürürüm, teklifinde bulundu.
Kalbim yerinden fırlayacak gibiydi…
—Ta… Tabi götürürüm.
Geceyi nasıl geçirdiğimi bilmiyorum. O geceyi nasıl sabah ettim?.. Uyuyamadım... Karlı buz gibi bir sabah ayaklarım üşüye üşüye Cerrahpaşa'da buluştuk. Çocuğunun tedavi işlerini gördük.
— Hadi Habil amcaya gidelim şimdi, dedi.
Hastanenin hemen karşısında bir ara sokağa girdik. İki katlı bir ahşap Osmanlı evi. Seyyid abi alttan zili çalıp, üst katın camına baktı. Yaşlı oldukları için her zaman sokak kapısına inemiyorlarmış. Üst katın camından, önce gelenlere bakıp, tanıdık olduğunu anladıktan sonra, sokak kapısının kilidine sarkıtılmış bir ip yardımıyla yukardan açıyorlarmış.
***
Gözlerim cama mıhlı. Çıkacak zâtı heyecanla bekliyorum. Ve çıkıyor... Sanki güneş doğuyor pencereye... İlk intibam... Müthiş nurlu bir yüz… Başında kar gibi beyaz bir takke ve samimiyet dolu bir gülümseme. Kapıyı açtılar. Kabul edilmiştik…
İç merdivenlerden yürüyüp üst kata çıktık. Önde seyyid abi ve nur çocuğu… Ardında nefs kuyruğunu sallaya sallaya köpek gibi salınan bu biçare… Kapıyı açtılar. Selam verdi seyyid abi. Çok tatlı –Ve a'leyküm selam, dediler…
Seyyid abi elini öptü. Arkada, karanlık yerde kalmıştım. Önce beni görmediler (yani zahiren…)Sonra içeri girdim. Seyyid abi de tanıştırdı.
—Efendim bu Ömer Çetin abi. Size getirdim…
Gülen, neşeli, hal hatır soran Habil amca, bu yüzü karaya bakıp bir anda sustu, ciddileşti!.. Heybetle baktı, baktı, daha baktı. Garip!.. Çok garip bir sessizlik oldu...
***
Başım önde... — İşte içimdeki pisliği gördüler. Bu ne hal der gibi, iç harabiyetime bakıyorlar… gibi bir sürü vehimler arasında gidip geldim o anda... Kaç vesveseden kaçına gidip geldim bilmiyorum. Bakışları delip geçer gibiydi. Sonra ruhumu alt-üst eden hitapta bulundular:
- ÖMER-ÜL FARUK!..
Anlayamadım… Şaşırdım... İrkildim... İlk hitap. Acaba hikmeti ne? Adım Ömer Çetin… Arasında Faruk ismi yok… Hemen eline sarıldım. O tatlı ellerden öptüm…
İçeriye, salona geçtik. Her zaman oturduğu sedire oturdu. O odanın atmosferini anlatmak mümkün değil. O huzurlu mekânda oturmadan anlaşılmaz. Zaten artık oturmak da mümkin değil. Çünki o güzelim Osmanlı evi kendilerinin vefatından sonra üç kuruş için yıkıldı.
***
Seyyid abiyle konuşmaya başladılar. Göz ucuyla onları süzüyorum. O ne tatlı bir yüz. Ses tonu ve daha neler neler...
Efendi baba buyurdu ki, diye başlayan sözleri efendisine bağlılık kokuyor. Bir ara dönüp sordular:
–Ömer nerelisin? —Rizeliyim efendim. —Neresinden? —Çayeli
Güldüler... –Mapavri yani.(eski ismi)
-Evet efendim.
İçimden hep bir daha ne zaman gelebilirim sorusu geçiyor... Acaba sorsam mı?... Ama korkum büyük… İşin içinde rahatsız etmek de var. Seyyid abiyle muhabbet etmeye devam ettiler. Kalbim ise mıknatıs gibi taraflarından çekiliyor… Hissediyorum… Çok açık… Tekrar gelmeyi çok istiyorum… O günkü sohbetin öyle bir anı geldi ki, içimde bu istek dayanılmaz boyuta vardı… İşte tam o anda sözü kesip bana döndüler: İlk keramet:
- Sen sık sık gel bana, olur mu?..
— Nimet olur efendim…
1 saatten fazla kaldık. Zaman nasıl geçti bilmiyorum. Seyyid abi müsaade istedi. Elini öptü. Yine neşeli Habil amca... Uğurluyor dualar ediyor... Eline yapıştım. Öptüm... Yine sustular. Neşeli halleri bir anda yok oldu… Kapıda ilk karşıladıkları andaki garip, esrarlı atmosfer bir anda tekrar oluştu… Uzunca süren bir sessizlik ve heybetli, delici, yakıcı bakışlarla süzdüler... Uzun uzun süzdüler. Arkasından eklediler:
- ÖMER-ÜL FARUK!..
Yine sarsıldım…
***
Aradan birkaç gün geçti. Tam anlamıyla yanıyorum... Gitsem mi diyorum?
- Sık sık gel, dediler ama bu kadar erken de olur mu? Abidin abiye soruyorum.
—Öyle dedilerse git... Yine de çekiniyorum. Sanki bir işaret bekliyorum.
Derken o muhteşem gece... Yanıp kavrularak yattığım o gece... Onları tanımamın beşinci veya altıncı günü. Yarım asır önce vefat etmiş olan Habil amcanın efendisi, yetiştiricisi, hocası Seyyid Abdülhakîm Efendi hazretleri rüyama girdiler…
Aynı mümtaz talebesi Habil amca gibi derin derin baktılar, baktılar, baktılar... Ve hitap ettiler: ÖMER-ÜL FARUK!..

Hâbil amca -2- Yıldızlarda seksek oynamak

İşte sonsuza endeksli işaret… İki yönlü bir işaret bu… Abdülhakîm Efendi hazretleri bu hitaplarıyla; Habil amcayla olan kalbî yakınlığını ve nasıl bir devlete kavuştuğumu, kıymetini bilmem gerektiğini anlatmış oldular... Habil amca da efendisinin rüyada böyle hitap edeceğini biliyorlardı şüphesiz ilk tanıştığımızda... Gördüğümüz kâinata tutsak olan bizlerin anlayamayacağı bir anlaşma şekli… İlki bu… İkincisi ise… Niye bu isimle hitap ettiklerinin sır tarafı… Onu ben de bilmiyorum... Bu dünyada kalan ömrümde belki; veya mahşer gününde öğreniriz elbet…
Rüyayı gördüğüm gecenin sabahı uçarcasına evlerinin yolunu tuttum... Ben mi yürüyorum yoksa yollar mı altımdan akıp geçiyor anlayamıyorum... Bulutların üzerindeyim... Akşam gittiğim zamanlar hem yürür hem de gökyüzüne bakar, Samanyolu'ndaki yıldızlarla konuşurdum sanki… - Söyleyin göğün çırağları; şu an ben kaldırım taşlarına mı basıyorum, yoksa tek tek üzerinizde mi sekiyorum?..
***
Hiç yorulmuyorum. Habil amcaya ne zaman gitsem ve o nurlu evden kirli dünyama feyz devşirdikten sonra ne zaman geri dönsem, duraklarda gideceğim yöne ait araba hazır, sanki beni bekliyor. Yüzlerce kez gittim, hepsinde bu oldu, hiç istisnasını yaşamadım… Bu tevafukları da onların sevgisinden, onların sevdiklerinin sevgisinden biliyorum.
Her gittiğimde daha bir şefkat gösteriyorlar. Ya ikinci ya üçüncü gidişim… Vehimli kafa yapımdan hâlen daha kurtulabilmiş değilim. Kapıyı çaldım. Yukarı pencereye baktım. Çıkmadılar. Belki namazdadırlar diye bir müddet sonra bir daha zili çaldım. Yine pencerede yoklar…
Korkular yavaş yavaş kaplamaya başladı...— Gördün mü çok sık geldin... Sen kimsin ki onları bu kadar rahatsız ediyorsun… derken bir anda kapı açıldı. Hâlbuki her zamanki gibi cama çıkıp gelenin kim olduğunu öğrenmek için kapıya bakmamışlardı... Kimin geldiğini görmeden kapıyı yukarıdan iple açmışlardı. Şaşırdım ve çok sevindim. Hangisinin daha çok olduğuna karar veremedim… Süratle merdivenleri çıktım. Kapıyı tıklattım. Hanımı Ziynet nine seslendi: –Kim geldi hacı… Habil amca cevap verdi: - Ömer geldi hanım. Ömer’imiz geldi. Kapıyı açtılar. Ellerine kapandım…

BOYUTLAR HAPİSHANESİNDEN FİRAR…
Evet, 20. asrın bütün iğrençliğinde bulmuştum bulacağımı… Büyük nasip… Her gittiğimde efendisinden aşkla bahsediyorlar…Habil amcanın mesleği terzilikti. Efendisi Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsi hazretlerinin de terziliğini yapıyorlardı. Kendileri anlattı…— Bir akşam vakti, ortalık kararmıştı Efendi baba dükkânımı şereflendirdi… Ben yatsı namazına kadar onun nuruyla elbise diktim. Işıkları açma ihtiyacı duymadım…Eriyorum her dinlediğimde… Hiç duymadığım şeyler… Anlattıklarıyla ruhuma da elbise dikiyorlardı… Devam ediyorlar…— Efendiyi çok seven bir talebe arkadaşım var… Hüseyin bey… Onunla biz birbirimizi o kadar severiz ki, birimizde hangi hastalık çıksa diğerimizde de aynı tarihte aynı hastalık çıkar… Nitekim şu anda O'nda hangi hastalıklar varsa bende de aynısı mevcut… Kapı numaralarımız bile aynıdır. Onların kapı numarası 23 idi bizimki de 23 idi. Bir ara onların sokağında bir hafriyat olmuş, kapı numaraları değişti, 21 oldu. Bir hafta geçmedi bizimki de bir vesileyle 21 oldu…Bunları dinlerken her şeyi sebep-sonuç ilişkisine bağlayan üç boyut mahkûmları gözümde ne kadar da küçülüyordu…
***
Ve Efendi Baba'nın büyüklüğüne dair öyle bir keramet var ki, ruhumda soyut bir atom bombası patladı o anda…Abdülhakîm Efendi, bir gün tramvayda yolculuk ediyorlardır. Çocuğu kötürüm bir anne-baba, doktor doktor dolaşmış, bir çare bulamamışlardır yavruya. Tramvayda Abdülhakîm efendiyi görünce, - Bu mübarek bir insan duasını alalım, deyip yanaşırlar…— Efendim bizim çocuğumuz yürüyemiyor. Bir dua etseniz, ricasında bulunurlar…Efendi Baba şefkatle alır yavruyu kucağına. Bir fatiha, üç ihlas okurlar ve yere koyarlar. Tıpış tıpış yürür çocuk... Anne, baba hıçkırıklara boğulurlar…Habil amca ve yakınları sorarlar sırrını. Efendi hazretleri anlatır: - Bir şey yapmadım… Bir fatiha üç ihlâs okuyup, çocuğu rahmetli hocamın (ki Seyyid Fehim Arvâsi hazretleridir) kucağına teslim ettim. O kendi hocasına teslim etti, onlar da kendi hocasına… Teslim ede ede o çocuk bir anda Resûlullahın (aleyhisselam) kucağına kadar gidip geldi…
***
İzmir'de de benzer bir kerametleri var. Dilsiz bir çocuğu getiriyor anne ve babası… Yalvarıyorlar Abdülhakîm Efendi'ye; - Efendim bizim çocuğumuz konuşamıyor… Ne olur dua edin, diye… O güzel gözleriyle süzüyorlar çocuğu ve soruyorlar; - Oğlum senin adın ne… — Ahmet, diyiveriyor o dilsiz çocuk!
***
Böyle bir büyüğün dizi dibinde yetişmiş Habil amca… Yakınlığımız arttıkça başka bir şey fark ediyorum… Sanki konuşmamızdan daha çok sohbet kalbimizde oluyor… Kelimelere dökmek ne mümkün… Tarif edemiyordum ama hissediyordum, çok açık… Manevi nimetler üzerime Nisan yağmuru gibi yağmaya başladı. Bir gece Hazret-i Ebu Bekr-i Sıddık 'radıyallahü anh' rüyamda ismimle hitap ettiler ve – Habil amcadan dönerken beni de al, emriyle şereflendirdiler… Nur üstüne nur… Bunları size, nefsimi çok inceleyip, bir takdir bekleyip beklemediğini murakabe ettikten sonra yazıyorum. Eğer bekleseydim yazmazdım... O halde misk şişesinin tıpasını açmalı ki, ruhu nezle olmayanlar kavuşsun kavuşacağına…

İKİ İSİM… SADECE O KADAR…
İki arkadaşımız vardı. Birinin ismi Atilla diğerininki Kaya… Bu Atilla çok karanlık, günahlarla dolu bir hayat yaşıyordu. Biz de tanıştırdığım arkadaşlarımla birlikte sık sık Habil amcadan bahsediyorduk… Bir gün yemek yerken ummadığımız bir şey oldu… Atilla çıkışır gibi;- Ne bu böyle… Habire Habil amca diye birinden bahsediyorsunuz… Ermiş o zaman bu… Ben inanmam böyle şeylere…— O zaman seni götürelim, bir de sen gör, dedim…Atilla bir kaşı yukarıda - Gidelim kardeşim… Ben medeni cesareti olan bir insanım… Hiçbir ortamdan çekinmem, dedi…
Atilla ile Kaya'ya bereket olması için isimlerinin yanına bir de din büyüklerinin isimlerini eklemelerini söylemek istiyorduk ama beceremiyorduk bir türlü. Ki Ehl-i Sünnet âlimleri bunun çok faydalı olacağını, ahirette isim benzerliğinden bile din büyüklerinin o kişiye sahip çıkabileceklerini müjdelerler…
Atilla ile Kaya'yı ertesi gün alıp Habil amcaya götürdük. 5 kişi gittik. Yanlarındaki koltuğa oturdum. Diğerleri solumdaki koltuklara dizildiler. Fırsatını bulduğumda veya sorarlarsa isimlerini söyleyecektim ki her zaman usul buydu… Ama Habil amca daha tanıştırmadan heybetli bir şekilde söze başladılar…— Efendim şimdi çocuklara tuhaf tuhaf isimler koyuyorlar. Atilla gibi, Kaya gibi!.. Büyüklerimizin isimlerini koymak lazım gelir… Üçüncü bir isim telaffuz etmediler o gün…Biz, buz tutmuştuk. Sessizlik oldu… Yüzüne bakamıyorduk… Zangır zangır titredik…Atilla'ya döndüler ve heybetle sordular: - Sen namaz kılıyor musun?— Ha… Hayır, efendim, diye kekeledi medeni cesareti olan Atilla…— 5 vakit namaz kıl…— Peki efendim…Hayretler içindeyiz!.. Atilla, alnı neredeyse secde görmemiş bir hayatın insanı…Bir saat kadar kaldık… Dışarı çıktığımızda Atilla'nın yüzü sapsarı olmuştu. İri yarı adam çocuğa dönmüştü...- Atilla abi ne dersin, anlattığımız kadar var mıymış?..Güçlükle konuştu: - O nasıl bakışlardı öyle, beni delip geçti…O günden sonra Atilla namaza yani Allahü tealanın huzuruna davetine, emrine koşmaya başladı. Bütün karanlık yaşantısından kurtuldu… Evliyanın sözünde Rabbâni tesir vardır…

KERAMET ÜSTÜNE KERAMET…
Başka bir gün… Kirli düşünceler beni boğa boğa huzurlarına gittim… Habil amca sanki konuşmuyor, nur dökülüyor dudaklarından… Anlatıyorlar:- Bir gün Efendi hazretlerine gittim. Ama yolda aklıma öyle kötü düşünceler geldi ki kurtulamadım bir türlü. (Hayret… Az önce aynı duyguları ben de yaşadım diye düşündüm…) Ben kovuyorum onlar hücum ediyor… (Evet, evet bana da az önce böyle oldu…) Böyle bir halde Efendi Baba'nın huzuruna vardım. (İşte ben de sizin huzurunuzdayım…) O anda ders yapıyorlardı. Konuyu kestiler, bana baktılar ve buyurdular ki: - Bir kimsenin hatırına çok fena düşünceler gelirse bu onun kötülüğüne işaret değildir. Bilakis imanının kuvvetli olduğunun alametidir…Sonra bir ahhhhh çekti Habil amca… Ben almıştım alacağımı...

Hâbil amca -3- Kabirden gelen ses

Allahım… Nur yağıyor hayatıma… Sana yarattıkların adetince şükür olsun… Onların sevgisi ve feyzleriyle İslamiyet'e uymak ve günahlardan kaçmak kolaylaşıyor, onu fark ediyorum… Hep yanlarında bulunmak istiyorum. O derya gibi kalbe dalmak, inci mercan çıkarmak artık işim… Belki köpekliğimden de böylece kurtulabilirim…
Gittikçe baba-oğul gibi olduk… Teklifsiz gidebiliyorum artık. Onlar da rahatlıkla her hassas konuya giriyorlar. Şefkatleri ve 'sen benim evladımsın' anlamı taşıyan tavırları arttıkça, ben de edebimin artmasına dikkat ediyorum… Yıllardır yakamdan düşmeyen şımarık düşünce ve tavırlarımdan korkuyorum… Hata yapsam affederler biliyorum ama, bu büyüklerden ancak ve ancak edeple istifade edilir gerçeğini de unutmuyorum… Bazen baş başa otururken sohbetlerine ara veriyorlar, bir sessizlik oluyor... Başlarını öne eğip susuyorlar… Sonra durup dururken başlarını kaldırıp, o tatlı bakışları ve gülüşleriyle, - Ömer… Ömer’im diye sesleniyorlar… Hak etmiyorum bu iltifatlarını, iyi biliyorum ama onların derya gibi kalpleri de coşuyor hal kapladığı zamanlarda… O derya benim gibi bir lokma pisliği elbette temizler…
***
Yeğenim Hikmet… Doğuştan kalp problemliydi yavrucak… 8 veya 9 aylıktı. Ailecek üzerine titriyoruz. Sık sık hasta oluyor. Eve bir telefon geliyor ahizeyi kulağına tutuyoruz; telefon açan seslensin de bir tepki versin diye… Bu sağlık müjdesi anlamı taşıyordu bizim için…Osmanlı'da çok güzel bir gelenek varmış. Çocukların konuşmaya yakın çağlarında, yakınları ona 'ALLAH' ismi şerifini sık sık telkin ederlermiş. Yeryüzünde ağzından çıkan ilk kelam 'ALLAH' ismi olsun diye. Biz de Hikmet'e böyle yaptık. Bütün aile fırsat buldukça gözlerinin içine bakıp 'ALLAH' derdik ama çocuktan en ufak bir ses çıkmazdı. Hiç konuşmamıştı. Hem hastalığı hem de her hangi bir şey söylemeyişi bizi içten içe üzer, aile içinde birbirimizden saklardık bu üzüntümüzü…Bir seferinde yine hastalandı. Habil amca durumdan haberdardı. O akşam ya ben onlara telefon açtım veya O bize, tam hatırlamıyorum. Hal hatır sorduktan sonra,- Çocuk nasıldır, dediler.— Efendim şimdi daha iyi… Tam karşımda beşiğinde yatıyor, dedim… O anda içimden Habil amcanın sesini duysun, bir de O 'ALLAH' desin, O'nun mübarek sesini işitsin isteği geçti...— Efendim ahizeyi kulağına uzatsam, sizin sesinizden 'ALLAH' ismini duysa. Biz telkin ediyoruz, söyletemiyoruz, dedim…— Ver bakalım, buyurdular…

BİZDEN DEĞİL EVLAT…
Telefonun sesi dışardan hafif duyuluyordu. Çocuğun babası, annem, annesi odada bekleşiyoruz ve dinliyoruz…Hâbil amca - Hikmeeeet, oğlum… diye seslendi. Çocuk bir anda ahizeye doğru döndü. Mıknatısın iğneyi çekmesi gibi ahizeye yanaşmaya çalıştı. O mübarek 'ALLAH' der demez, yavrucak gayet açık ve net bir şekilde- ALLAH dedi.Donup kalmıştık. Telefonu aldım - Efendim ALLAH dedi, diyebildim…— Bizden değil evlat, Efendi babadan…(Yani onun kerameti) buyurdular… Bu yeğenimi 11 yaşında kaybettik…
***
Ekşi elmayı çok severlerdi. Hem kendileri hem Ziynet ninem… Üç sene boyunca ekşi elmalarını eksik etmedim. Biteceği günü tahmin eder ona göre kilolarca götürürdüm onlara. Ben soyardım ikisi yerdi. Ne güzel anlardı Ya Rabbi…— Ömer bizi ekşi elmasız bırakmıyor hanım, der memnuniyetlerini dile getirirlerdi. Son zamanlarında yemek pişiremeyecek kadar güçten düşmüşlerdi. Elimden geldiğince yemeklerini ısıtır, masalarını hazırlar öyle işime giderdim… Ama çok üzülürdüm hallerine…

BEN USTALARIN USTASIYIM…
Nur sohbetlerinden birinde anlattılar…
— Bir gün Efendi hazretlerine dükkânımda cübbe dikiyordum. Arkadaşlar dediler ki – Habil abi belinin ölçüsünü alırken bu vesileyle ona bir sarıl, fırsatı kaçırma. Ben de mezroyla bellerinin ölçüsünü alırken bir güzel sarıldım efendiye… Kıyafet bittikten sonra – Efendim çıkarsanız da düğmelerini diksem, cetvelle ölçmek lazım, dedim. O anda ciddileştiler, ötelere baktılar ve – Ben ustaların ustasıyım, buyurdular… (Yani her meslekteki ustadan ustayım…)Sonra cübbe üzerlerindeyken hiç bakmadan parmaklarıyla bir yeri işaret ettiler ve – Dik, buyurdular… Ben de oraya düğme diktim… — Bitti mi, buyurdular… — Evet efendim, dedim… Bir yer daha gösterdiler cübbeye bakmadan ve – Dik, buyurdular… Oraya da bir düğme diktim… Böyle böyle bitirdik… Bir de baktık ki cetvelle çizilmiş gibi, gayet muntazam ve düğmelerin aralığı milim fark etmeksiniz aynı uzaklıkta…
Devam ediyorlar: - Efendi hazretlerinin huzuruna doktorlar gelirlerdi… Başlarını öne eğer onu dinlerlerdi. Efendi onlara tıptan, organlardan ve vazifelerinden, hastalıkların sebeplerini arama ve tedavi şekillerinden bahsederlerdi… Efendi baba, - İğne ucunun dişe dokunan kısmında 1 milyon mikrop yaşar. Bunların ağızları var, mideleri var, sindirim organları var, bağırsakları var, buyururlardı... Efendisinin bu sözlerini naklettikten sonra şu beyitleri söylerdi Habil amcalar:
Muntazamdır cümle efalin seninAklı ermez hikmetine kimsenin

BU ŞİFRE HAZİNE DEĞERİNDE
Bir defterleri vardı… Efendisinin yıllar boyu sohbetlerini Osmanlıca not tuttuğu defter. Ne hazineler vardı orada... Bana bir yeri çok sık okurlardı. Demek ki çok ihtiyacım varmış… Onu size aynen naklediyorum…
Efendi hazretleri buyurmuşlar ki: - Nefs, bir başı yüzün önünde, bir başı midenin üzerinde iki başlı yılan gibidir. Kelime-i tevhidin, yani 'La ilahe illallah' kelimesinin baş harfi olan 'Lâmelif' makasa benzer…(Habil amca burada bize terzilik günlerinde kullandığı eski makasını açarak gösterirdi… Hakikaten aynı 'Lâmelif'e benziyor diye düşünürdük…) Bu güzel kelime bir kere söylenince bu yılanın iki başı diklemesine kesilmiş olur. O kişinin nefsi 4 parçaya ayrılır (yani zayıflar)… Bir kimse böylece günde 1100 kere 'La ilahe illallah' dese nefsi 4400 parçaya bölünür… Her yüzde 'Muhammedün Resûlullah' eklenir… Nasiplisine bir işaret yetişir…
***
Bir gün, - Kaldırabileceğini bilsem sana bu defterdeki daha derin ilimleri okurdum, buyurdular… Çok merak ettim… — Kaldırırım efendim, dedim çokbilmişçesine… — Pekâlâ, dediler. Bir sayfasını açtılar… Öyle bir yazı okudular ki hayret girdabına sürüklendim… Daha bir cümle okumuşlardı… Güldüler ve defteri kapattılar… Onların vefatından sonra da senelerce, 'Niye hazır değildim… Kim bilir ne sırlara kavuşacaktım?' diye hayıflandım durdum; onların bu ilimlere aşina olmalarına hayranlıkla birlikte…

MANEVİ ZİYAFETE NE DERSİNİZ…
Bir Ramazan günü Habil amcalarla baş başa iftar ediyorduk. — Efendim Allahü teala size ahirette şefaat hakkı verirse bana da şefaat eder misiniz? diye sormuştum... Çok mütevazı oldukları için mahcubiyet yaşamasınlar diye 'şefaat hakkı verirse' şeklinde sordum. Yoksa bütün zerrelerimle şefaat makamına kavuşacaklarına zaten inanıyordum... — Müslümanlar elbette birbirlerine şefaat edecekler, karşılığını verdiler. Üstü kapalı, tevazu ve zarafet akan bir müjdeydi… Allahü tealadan dilerim ki, bu yazıları zevkle okuyanları ve sevdiklerini de bu müjdeye dâhil eylesin...

BİR VAKİT NAMAZIMI KAÇIRMAKTANSA…
Anlatıyorlar… Her zerremle dinliyorum…
— Babam karar verdi... Evin eşyalarını Trabzon'dan gemiye yükledik. İstanbul'a temelli kalmak için geliyoruz. Gemide eşyalarımızın etrafında kılıksız kılıksız, hırsız tipli adamlar dolaşıyor… Ben de eşyalarımızı çalmasınlar diye dikkat kesildim. Toyluk da var. Eşyalarımızı koruyayım diye birkaç namazım geçti… (Henüz çocuk yaştalar imiş…) İstanbul'a geldik… Babamla doğruca Efendiye gittik… Daha yeni selam verdik, oturduk ki Efendi sordular – Habil yolda namazlarını kılabildin mi?... Ben – Efendim eşyalarımızın etrafında hırsız kılıklı adamlar dolaşıyordu, onlara dikkat edeyim, eşyalarımız çalınmasın derken birkaç namazım…demeye kalmadı – Eyvaaaah, buyurdular… — Oğlum keşke bütün eşyalarınız çalınsaydı da bir vakit namazını kaçırmasaydın… Bir vakit namazımı kaçırmaktansa Allahü teala yüz bin kere canımı alsın, buyurdular…
O günleri yaşardı o anda Habil amcalar ve sık sık derlerdi ki: - Bir beynamazın (yani namaz kılmayanın) yedi mahalleye zararı vardır. Ya o eve nasıl zararı vardır, düşünmek lazım gelir…

BENİM KALBİM SANA AKTI, SEN BİZİMSİN…
Abdülhakîm Efendi, Habil amcayı bir seferinde rüyasında imtihan etmişler… İşte noktasına virgülüne kadar dinlediğim o olay: - Efendi hazretleri beni vefatlarından sonra bile imtihan ettiler… Rüyamda bana, - Senin babandan da çok fayda gördüm, buyurdular… Ben de, - Efendim onların sizden gördüğü fayda yanında ne ki?.. dedim. Ciddileştiler, memnundular… İmtihanı kazandım evladım…
***
Bir gün bir telefon geldi. Yeğeni arıyordu. Dinledikleri karşısında Habil amcanın oldukça canı sıkıldı. Bu yeğeninin genç kızı çalışmak istiyormuş. Babası da ailenin büyüğü olan Habil amcaya soruyordu telefonda 'ne yapalım?' diye… Verdikleri cevap muhteşemdi: - Evlat eskiden bir kişi çalışırdı evde 10 kişi doyardı, bereket vardı… Şimdi bir evde 10 kişi çalışıyor 10'u da doymuyor. Çünkü hanımlar çalışırken dünyanın günahına giriyor, bereket kalkıyor…
***
"Benim kalbim sana aktı…", "Defterime iki kimsenin ismini 'Bizim' diye kaydetmiştim. Senin ismini de 'Bizim Ömer' diye kaydettim…" Ne devlet… İltifatlarına layık değildim ama onlar çok merhametli ve cömertti…

NUR DERYASINDA…
Onları tanıdıktan sonra Abdülhakîm Efendi'nin büyüklüğünü daha iyi anladım. Daha doğru bir ifadeyle anlayamayacağımı anladım.
Habil amcanın işaretleriyle Ankara Bağlum'daki kabirlerine koşturdum. Fazla kalmamam gereken bir ziyaretti... Kabirleri yanına yüreğim pırpır ederek vardım… Oradaki ruhaniyet bir anda sardı beni... Mantığım 'çok fazla kalma' dese de, kalbim bir türlü kısa süreli ziyareti kabul etmiyordu. Toprak perdesi ardından o güzel gözleriyle süzüyorlardı bu yüzü karayı, çok belliydi. 15 dakika kadar mest olmuş şekilde yerime mıhlanıp kaldım… Derken kabrin içinden ses gelmeye başladı. Sanki kabir tahtalarına vuruyorlardı… Güm…güm…güm…git…git.. git artık der gibi... Gel de bu âşık kalbe anlat bu ihtarı... — İleride bir yerde toprak kazıyorlardır, onun sesi buraya geliyordur, diye kandırdım kendimi… Bu kandırışın üzerinden bir saniye geçmeden öyle bir şey oldu ki…

Hâbil amca -4- Buluşma vakti

Efendi hazretlerinin kabrini çevreleyen demir parmaklıklara dev bir şey dokundu sanki... Ses parmaklıkların başımın üzerindeki kısmından başladı ve bir anda dört tarafını büyük bir süratle döndü. Hemen ayrıldım… Habil amcalara anlattım bu büyük kerametlerini… Şaşırdılar… — Evladım kabrin içinden ses duyduğuna emin misin?— Evet efendim, eminim…Şaşkınlıkları devam etti ve – Mübarek olsun diyerek, Efendi hazretlerinden, kabirden ses duyanlarla ilgili bir nakilde bulunup, hayatımın en büyük müjdesini verdiler. O müjdenin ne olduğunu burada yazmayacağım. Mahşer günü söylerim sizlere, tabii layık olabilirsem…
***

HAYDİ GELİN… BİZİ BEKLİYOR…
Ben o evi ve onlarla baş başa konuştuğumuz odayı tarif edeyim. Siz gönül dostlarımla hayalimizde o evde, o odada buluşalım… Bu satırları zihninizde ve kalbinizde şekillendirin ve Habil amcanın huzuruna hep birlikte varalım. Sohbetini hayal dünyamızda hep beraber dinleyelim…
İki katlı, koyu yeşil ahşap bir evin önündeyiz… Üst katı dışa çıkıntılı… Kapısı açık mavi boyalı. Kapıyı açtım ve sizleri içeri alıyorum…
İşte kapıdan içeri süzülüyoruz. Aman, hiçbiriniz dışarıda kalmayın... Önce loş ve hoş mu hoş bir karanlık kucaklıyor sizi… Soldaki prizden ister ışığı açın, ister açmayın… Ben açmazdım… Maziye götüren bir karanlık sarsın isterdim ruhumu… Girişte eski bir mermere adım atıyorsunuz… Ama hayli eskimiş… Sağ taraf birinci kat ama kimse oturmuyor. Mahzun… Birkaç adım atıyoruz hep birlikte ve soldan üst kata çıkan merdivenler karşılıyor sizi. Dışarıdan içeriye ne trafik sesi ne insan gürültüsü ne 20. asrın kaosu, hiçbir şey giremiyor… Basamaklar tahtadan ve açık yeşile çalıyor. Tarih kokuyor bu basamaklar… Basıyoruz birer birer onlara... 'Ne kadar da doğallar' diye düşünüyoruz… Sağ taraf duvar ve açık mavi boyalı. Yaklaşık 20 basamak çıkıyorsunuz, yavaş yavaş hafif sola kıvrılıyor gittikçe… Bittiğinde yerden yaklaşık 3,5 metre irtifaya yükselmiş oluyoruz. Ancak birazdan, O'nu dinleyerek ruhumuzun yükseleceği irtifanın yanında ne ki… Çıktık ve iç kapıya geldik işte. Tahtadan kahverengi bir kapı ve kenarları beyaz boyalı…
Kapıyı tıklatıyoruz…— Ömer sen misin?— Benim efendim…— Yalnız mı geldin…— Yüzlerce seveninizi getirdim, kabul buyurursanız…
Heyecanlı bir bekleyiş ve kapı açılıyor. İşte Habil amca…O yakıcı bakışlarla karşılıyor bizi…
İçeri giriyoruz. Bir salon… Bahçeye bakan karşı duvarda pencere, sağ duvarda bir pencere daha, onun tam karşısında bir pencere daha… Solda çıtır çıtır yanan bir soba… Ben bu kadar sevimli çıtırdayan bir soba görmedim hayatım boyunca… Karşı pencerenin altında bir divan, sağ tarafta bir çekyat. Hanımannemiz yatıyor o çekyatta. Artık hayli yaşlılar… 80 yaşında ve saçının tek teli gözükmeyecek şekilde nurdan bir başörtüsü altında, parıl parıl parlayan bir yüz... Gülerek ama ağlamaklı bir sesle karşılıyor: - Hoş geldiniz evladım…
Sola dönüyoruz… Has oda… İçeri giriyoruz. Çok ferah… Odanın iki duvarı pencerelerle dolu. Girişte hemen solda büyükçe masa. Habil amcanın terzilik günlerinden kalma. Sol dip tarafta oturdukları ve sohbet yaptıkları sedir. Karşıda iki klasik koltuk ve yanlarına dizilmiş günümüz sandalyeleri. Merak etmeyin nereye oturacağız diye… O gönül hepimize yetecek kadar büyük… Sağ dip tarafta bir kitaplık. Camlı… İçi yüzlerce yıllık Arabî, Farisi, Osmanlıca kitaplarla dolu. Nur fışkırıyor o kitaplardan… Hemen alıp koynunuza bastırasınız geliyor. Okuyamıyorum diye üzülüyorsunuz bir yandan da…
Siz oturuveriniz şöyle koltuklara... Yetmeyenler eski halının üzerinde yer beğensin kendine… İşte Habil amca, sedirinde oturmuş, bir ayağını kendine doğru çekmiş, öbürünün altına almış her zamanki gibi… Yaslanmış arkasına, dağ heybetiyle… Elinde tespihi, kalın siyah kenarlı gözlüklerinin ardından süzmeye başlıyor sizleri… Müsaadenizle, ben çay demleyeceğim her zamanki gibi… Onların ise kıpırdamaya başlıyor inci saçan dilleri:
— Sıkıntılı gördüm sizi… (Bize böyle hitap ederler ve arkasından ayet-el kürsi okurlardı. Üzerimize üflerlerdi… Belki bu yazıyı okuyanlar da şuan hissederler o tatlı nefesi, kim bilir… Devam ediyorlar…)
Ahhhh…
Derman arardım derdime, derdim bana derman imişBurhan sorardım aslıma, aslım bana burhan imiş (Sadi Şirazi 'kuddise sirruh)
Bir gün Bitlis'te biri tipiye tutulmuş… Öyle ki artık öleceğine kanaat getirmiş. Atını nereye süreceğini bilememiş. O anda – Ey devrin kutbu (en büyük velisi), ne olur imdadıma yetiş, diye feryat etmiş… Tam o anda, atının yularını tutan, heybetli, gür, siyah sakallı bir zat belirmiş karşısında. Atının başını bir yöne çevirmiş, - Bu tarafa git, bu tarafa git, deyip gözden kaybolmuş bir anda… At daha birkaç adım atmış, atmamış ki köyüne girmiş, kurtulmuş ölmekten…
Aradan 30 sene geçiyor. Bu adam bir ticaret için İstanbul'a geliyor. İkindi namazını kılmak maksadıyla Bayezid camisine giriyor. Bakıyor ki kürsüde ak saçlı, aksakallı bir ihtiyar sohbet ediyor. Onu dinlerken içinden diyor ki; 'Allah Allah… Ben bu zatı bir yerden tanıyacağım ama, nereden?…'
Sohbet bitiyor, namaz kılınıyor. Adam ayakkabılarını alıp tam kapıdan çıkarken o kürsüdeki sohbet eden zat-ı şerif yanına gelip kulağına fısıldıyor, - Bitlis'teki tipiyi mi hatırladınız…? Adam dehşetle daha dikkatli bakıyor yüzüne. – O sizdiniz deyip hıçkırıklara boğularak kapanıyor Seyyid Abdülhakîm Efendinin nurlu ellerine…
Efendi hazretleri böyle bir büyük idi evladım…
***

Efendinin hanımı müsaade isteyip Adapazarı'na kaplıca tedavisi görmeye gidiyor. 8 kür sürecek bir tedavidir. Oraya gider ki ertesi gün telgraf gelir Efendi hazretlerinden. —8.'ye kadar kalmayın. 2.'den sonra geri dönünüz' diye... Ancak annemizin çok hoşuna gidiyor kaplıca suyu ve 2.'den sonra da kalıyor... 4. küre geldikleri gün merdivenden düşüyorlar ve bir ayağı kırılıyor. Hemen anlıyor bu belanın niye başına geldiğini ve dönüşünde Efendi'ye – A efendi niye açıkça yazmadınız, diyor… Abdülhakîm Efendi – Ne yapayım hatun… O kadar belli etmeme müsaade vardı, buyuruyorlar…
***

Ömer de çayları getirdi… İçiniz… Çay sıcak içilir. Efendi hazretleri çayla yoğurt yemeyi severlerdi. Yoğurt masaya sıcak gelirdi. Sahanda yumurtayı da severlerdi ve yanında mutlaka yoğurt yerlerdi. – Yoğurt kızarmış yağın zehrini alır buyururlardı…
***

Efendi Baba bir gün bir talebesini evindeki kütüphanenin karşısına getiriyorlar. – Yavrum şu kitabı al, buyuruyorlar… Talebesi alıyor. Arabî bir kitap… — Şu sayfasını aç… Talebesi açıyor… — Oku şimdi… Talebe okumakta zorlanıyor. Çok yüksek belagatla yazılmış bir eser. Takıldığı yerlerde Efendi Baba – Şurası şöyle okunur, burası böyle okunur diye düzeltiyor. O sayfayı tam üç kere okutuyorlar. Talebe gayet seri ve doğru olarak okuyor en sonunda.
— Şimdi manasını dinle, diyerek bir güzel o sayfanın ama sadece o sayfanın manasını izah ediyorlar. Sonuçta talebesi o sayfayı tam anlamıyla seri okuyor ve manasını ezberliyor…
— Kapat kitabı yerine koy, buyuruyorlar…
Bu olayın üzerinden 30 sene geçiyor. Efendi hazretleri vefat etmişler. O talebe çoluk çocuğuyla birlikte büyük bir geçim sıkıntısına düşüyor. Bir kütüphane müdürlüğü için imtihan yapılacağı ilan ediliyor gazetelerde. Hanımı bu kimseye – Bir gidip imtihana girsen bey… Bir umut… diyor.O kimse – Hanım bu kadar mektep medrese okuyanlar varken ben onların arasında imtihanı mı kazanacağım? Herkes geçim sıkıntısında. Herkes böyle bir iş ister. Kim bilir kaç yüz kişi müracaat edecektir, karşılığını verir… Sonunda eşinin ısrarlarına dayanamaz biraz da onu üzmemek için gider imtihana…
Bakar ki büyük bir oda. İçi birçok ilim erbabıyla dolu, kalabalık. Onları görünce geri dönmek ister ama – Neyse gelmiş bulunduk bir kere, deyip kalır. İçeride bir imtihan odası vardır ve oraya tek tek alınır insanlar. İçeri umutlu ve heyecanlı girenler dışarı yıkılmış, yüzü asık çıkar… Sıra Efendi Baba'nın talebesine gelir ve çağrılır. Ağır adımlarla iç odaya girer…
İçeride bir masa, üzerinde açık bir kitap ve 4 kişilik imtihan heyeti vardır. Başlarındaki kişi – Şu sayfayı okuyun, der.
O talebe bir bakar ki, efendisinin 30 sene önce kütüphaneden eline tutuşturduğu kitap... İmtihan heyetinin okuyun dediği sayfa da efendisinin 30 sene önce okuttuğu sayfa… Bir güzel okumaya başlar, O Allah dostunun ezberlettiği gibi... 4 kişinin şaşkın bakışları bu talebenin üzerinde… Seri bir şekilde okur bitirir… İmtihan heyetinin başkanı – Peki bir de tercüme edin, der… O zat aynı efendisinin izah ettiği gibi sayfayı tercüme eder… Heyet şaşkın haldedir ve başkanları şunu söyler: - Kardeşim sen nerede tedrisat gördün? O kadar yüksek tahsilli gelen oldu buraya. Bu sayfanın bırak manasını açıklamayı okuyamadılar bile. Git, imtihanı sen kazandın ve yeni müdür sen oldun…
Dönüş yolunda hıçkırıklara boğulur o mümtaz talebe. Hem ağlar hem de, - Ah efendim. 30 sene sonra talebenizi darlıktan kurtardınız diye diye müjdeyi ailesine vermeye gider…

Hâbil amca -5- Aşk hikâyesi

(Ben çayları tazeleyeyim, siz dinlemeye devam…)
— Askere gidecektim. Hanımı nereye bırakacağım diye kara kara düşünüyorum. Bir gün hanımla Efendi Baba'ya gittik. Biz içeride sohbetlerini dinlerken, hanım da diğer hanımlarla başka odada sohbet ediyorlardı. Efendi'nin hanımı Bedia annemiz vardı. O bizim hanıma demiş ki, - Habil bizim oğlumuz sen bizim kızımızsın... Habil seni bize bırakıp askere gitsin. Bitirdikten sonra gelsin emaneti teslim alsın…
Birkaç dakika sonra Efendi baba oturdukları odanın kapısında belirmiş ve hanıma demiş ki, - Habil bizim oğlumuz sen bizim kızımızsın... Habil seni bize bırakıp askere gitsin. Bitirdikten sonra gelsin emaneti teslim alsın… Aynı az önce Bedia annemizin söyledikleri gibi. Bir rahat nefes aldık evlat… Öyle sahip çıkarlardı bize…
***

BU BİR AŞK HİKÂYESİ… BAŞKASINA BENZEMEZ
— Benim evlilik hikâyemi yazmaya kalksam risale olurdu. Çok zorlandım karar vermekte. Abdülhakîm Efendi de – Git şu hanımı gör, beğenmezsen şu hanımı gör diye yakından takip ediyorlardı… Ben görüyordum ama bir türlü karar veremiyordum…
Bir gün Efendi Baba ders yapıyorlardı. Bana baktılar. Bir türlü karar verememem onları da üzüyordu. Talebelerinin dertleriyle öyle dertlenirlerdi. — Bu kadar kararsız kalmak iyi değil deyip, odadan çıktılar. Diğer talebeleri bana yaklaşıp sitem ettiler ve – Habil efendi… Hadi artık kararını vereceksen ver. Ders yapamaz olduk… Ben de –Efendim benim elimde olan bir şey değil, kısmet böyle, dedim…
O günlerde bizim hanım köyde ot biçiyormuş. Bir anda karşılarında yaşlı bir zat görmüşler. O zat, – Kızım sen burada ne yapıyorsun, diye sormuş… Hanım korkmuş – Ben evliyim, demiş. O yaşlı zat da: – Yok yok değilsin ama senin kalbin çok temiz, deyip gözden kaybolmuş…
Ziynet anneniz çok korkmuş. Bütün gün bu hadiseyi düşünmüş. O gece rüyasında ikimizi bir caminin mihrabında Kur'ân-ı kerîm okurken görmüş. Hâlbuki tanışmıyorduk. Bizim köyün kızıydı ama yakînen görüşmüşlüğümüz yok idi. Öyle oldu ki, tanıdıklar babamlara tavsiye etmişler Ziynet hanımı. O da zaten rüyasını görmüş. Bana da söylenince kalbim meyletti…
Evlendik İstanbul'a getirdik. Zaman geçirmeden doğru Efendi Baba'nın evine götürdüm. Onların hem kızı hem geliniydi çünkü. Öyle buyururlardı… Ziynet hanım Efendi hazretlerini görünce ağlamaya başladı… — Beni ot biçerken gelip gören zat işte bu zattı, görünce tanıdım dedi… Meğer Efendi Baba benim için tayy-ı zeman ve tayy-ı mekânla bir anda köyüme gidip Ziynet annenizi görmüş. Yani bizim evlilik işimizi Efendi Baba çözdü.
(Bir görecektiniz 80 yaşında birbirlerine bağlılıklarını… Eve bir telefon gelse ninem Habil amcayı kıskanırdı… —Kiminle konuşuyorsun hacı, diye içerden seslenirdi. Habil amca, - Bu yaşta beni kıskanıyor evlat… der ikimiz de gülüşürdük. Eh, öylesine iman dolu kalbin sevgisi de böylesine asil olur…)
***
Neler neler yaşadık evlat… Ne büyük idiler… Bir gün talebesi Mehmet Şekerci bey huzurlarında kitap okuyorlardı. Onlar da dinliyorlardı. Abdülhakîm Efendi durup dururken buyurdular ki, - Mehmet birazdan kapı çalınacak. Kapıyı aç ve 'Alakası yok' deyip kapat.
Kimse bir şey anlamadı. Mehmet bey okumaya devam etti. Birazdan hakikaten kapı çalındı. Mehmet bey açtı ve baktı ki birkaç düzgün giyimli bey var… – Alakası yok, deyip kapıyı kapattı. Bir araştırıldı ki gelenler devlet memuruymuş. Onlara biri başvurmuş… —Ben Abdülhakîm Arvâsi hazretlerinin akrabasıyım şu işimi yapın demiş… Onlar da 'Bize birkaç gün müsaade edin' diyip, gelen kişinin hakikaten Efendi Baba'nın akrabası olup olmadığını öğrenmek istemişler ve eve sormaya gelmişler... Sormaya gerek kalmadan cevabı alıp döndüler…
***

TARİFLER TARİFİ
Efendi baba buyurdular ki, - Âlim kime denir? Zahiri 80 ilimdir ki okuyup aşina olacak (yani okuduğunu unutmayacak)… Batını; Vilayet-i Hassa-i Muhammediyye makamıyla şereflenmiş olacak…
(İkinci bin yılın yenileyicisi İmam-ı Rabbani 'kuddise sirrehül aziz' hazretleri bu tasavvuf derecesinden Mektubat kitaplarında bahsediyorlar… — Yüzlerce sene sonra bu makama kavuşan bir-iki kişi çıkarsa büyük nimettir buyuruyorlar… )
— Şimdi âlim diye geçinenler sardı etrafı evladım… Bunların ne bu 80 ilimden ne de Vilayet-i Hassa makamından haberleri var.
Bir talebeleri bir gün bir risale alıp getiriyor Efendi'ye… — Efendim, bir risale aldım, bir okur musunuz, içinde yanlış bir şey var mı? diye soruyor…
Efendi, -Oku dinleyeyim, buyuruyorlar. O talebesi üç saatte kitabı okuyor kendilerine… Efendi sonunda buyuruyorlar ki, - Bu kitapta Ehl-i sünnet itikadına uymayan bir şey yok. Hepsi doğru… Ama okuyana zarar verir… Talebesi çok şaşırıyor… Sebebini söylüyorlar, - Çünkü bunu yazan menfaat için yazmış… Su ne kadar temiz olursa olsun, onun temizliği gelen borunun temizliğine bağlıdır…İşte bir kimse bu 80 ilme sahip olsa bile ki şimdi mümkün değil, Vilayet-i Hassa makamına kavuşacak ki, nefsi tamamen temizlensin. Söylediğini Allah için söylesin, yazdığını Allah için ihlasla yazsın… Okuyan da bu söz ve yazılardan faydalansın. (Demek onun için Allah adamlarının sözleri insanı çarpıyor. Habil amca öyle bir zat idi ki, size İslamiyet'ten bahsetmese, yemek tarifi yapsa Allahü tealayı hatırlardınız…)
***

BOYUTLAR ÜSTÜ İTAAT…
— Abidin bey diye bir talebeleri vardı. Efendi hazretlerine âşık idi bütün sevenleri gibi ve emirlerinden nokta kadar dışarı çıkmazdı. Bu zat Efendi'nin sağlığında vefat etti. Cenazesi tabuta kondu ve kabrine doğru götürülmeye başlandı. Tam Efendi Baba'nın evinin önüne gelindi ki tabut havada asıldı kaldı. Cemaat bir türlü taşıyamadı. Baktılar ki, Abdülhakîm Efendi bütün heybetiyle tepeden onlara bakıyor ve mübarek dudakları kıpırdıyor. Cemaat anladı ki Efendi Baba okuyorlar ve rahmetli Abidin bey de onları bekliyor. Efendi okumasını bitirdi ve el işaretiyle – Götürün dedi... Tabut ondan sonra götürülebildi…

HİCRET VE ÇİLE… İKİ DAMLA GÖZYAŞI NE GÜN İÇİN SAKLANIR?..
— Efendi Baba, Van'da iken Ermeniler basıyorlar şehri. Yıl 1914… Hükümet tahliye emri veriyor. 150 kişilik akrabalarıyla varlarını, yoklarını bırakıp terk ediyorlar yurtlarını… Revandız, Erbil, Musul, Adana derken Eskişehir'e geliyorlar… Yolda yakınları bir bir vefat ediyor, toprağa serpe serpe geliyorlar. Öyle ki 5 yıl süren bu hicret sonunda 1919 yılında İstanbul'a 20 kişi varabiliyorlar…
İşte, Eskişehir'de bir camiye sığınıyorlar. Burada büyük oğulları Enver efendi de vefat ediyor. Kafilenin bütün ihtiyaçları Abdülhakîm Efendi'nin omuzlarında. Bir de evlat acısı…
(Şimdi nakledeceğim gerçeği yüreğim bin parça, ellerim üşüyerek yazıyorum…) — Efendi hazretleri o camide sabaha kadar oğulcuğunun cenazesi başında bekliyor… Cemaat sabah namazına gelsin de oğlumun cenazesini kaldırsın diye… Çünkü cenazeyi kaldıracak para yok…

O KİM İDİ BİLİYOR MUSUN?..
— Efendi Baba çok sevdikleri bir talebesine anlatmış… — Eskişehir’de son paramız da bitti. Bütün kafilenin yemesi, içmesi, ihtiyaçları var… Secdeye vardım. Allahü tealaya yalvardım. Secdede iken cebime bir el girdiğini hissettim. Selam verdikten sonra elimi cebime attım. Baktım ki bir kese altın… O altınları koyan kimdi biliyor musun?-…— İmam-ı Rabbani hazretleriydi… (miladi 1563–1624)… O altınlar İstanbul'a vardığımız gün bitti…

BENZERİ YAZILMAMIŞ KİTAB…
— Efendi Baba, buyururlardı ki, 'Kur'ân-ı kerîmden ve hadis-i şeriflerden sonra en üstün kitap İmam-ı Rabbani'nin Mektubat kitabıdır… Âlem-i İslam'da Mektubat ayarında bir kitap daha yazılmamıştır…'
Büyük âlim ve veli Seyyid Abdullah-ı Dehlevi 'kuddise sirruh' buyurdu ki; "İmam-ı Rabbani'yi ancak cennetlik olanlar sever, O'na ancak cehennemlik olanlar düşmanlık eder…"
(Habil amcalar Mektubâtı herkes anlayıp, tercüme edemez. Al bu tercümeyi oku buyurup, bana o güzel elleriyle çok sevgili arkadaşları Hüseyin Hilmi Işık efendinin 'rahmetullahi teala aleyh' tercüme ettiği 'Müjdeci Mektublar' kitabını hediye etmişlerdi... O kitabı en az 40 kere okudum. Kütüphanemin en nadide köşesinde, bir tatlı yadigâr olarak duruyor… Bu kitabın en arkasında mütercimi tarafından yazılan şiir, bir benzeri yazılmamış, belki de bundan sonra yazılamayacak güzellikte… www.hakikatkitabevi.com adresinden bu eşsiz hazineye ulaşılabilir… İmam-ı Rabbani hazretleri için en çok hoşuma giden tariflerden biri de Necip Fazıl'a ait: O'nun beyninin her atomu bir güneşti…)
***

BU NASIL BİR İRTİBAT
(Bir seferinde Habil amcalara, – Efendim Âlemlerin Efendisi, Sevgili ve Şanlı Peygamberimiz Muhammed aleyhisselamı, rüyanızda gördünüz mü, diye sormuştum. Tatlı bir tebessümle anlatmışlardı… Onu da dinleyelim sonra vedalaşalım)
— Peygamber Efendimiz (sallallahü aleyhi ve selem) yüksekçe bir yerde, ayakta duruyorlar idi. Ben yaklaştım, yaklaştım ve ayaklarına sarıldım. Bana mübarek şehadet parmaklarıyla bir tabloyu gösterdiler. O tabloda Arabî harflerle 'La ilahe illallah. Muhammedün Resûlullah' yazıyordu. Uyandım. Bu rüyayı evlerinde Efendi hazretlerine anlattım. Güldüler ve mübarek şehadet parmaklarıyla duvarı işaret ettiler. Bir de ne göreyim, aynı tablo…
Artık müsaade istiyoruz. Tek tek ellerini öpüp ayrılıyoruz. Habil amcalar bizi uğurlarken her seferinde üzerimize Ayet-el kürsî okur, üflerlerdi… Efendi hazretleri –Ayet-el kürsî kaledir buyurdular, derlerdi.
Bir nasihatleri vardı, onu da nakledeyim: - Arabaya bindiğiniz zaman bir Ayet-el kürsî ve iki kul euzü'yü hemen okuyun. Araba hareket ettiğinde bir daha aynılarını okuyun. Bir yerde mola verdiniz diyelim. Arabaya bindiniz tekrar okuyun, hareket ettikten sonra bir daha okuyun…
—Hadi Allaha emanet, derlerdi kapıdan çıkarken… Hadi Allaha emanet…

Hâbil amca -6- Cennet bahçesine girmek istiyorum

Süleymaniye camiinde bir gün namaz kılarken bir genç yanlarına yanaşıyor. — Amca ben size bir şey sormak istiyorum… — Tabi, sor evlat, diyorlar… — Necip Fazıl Kısakürek'in kitabında farz borcu olanın sünnetlerinin kabul olmayacağını, sünnet namazları yerine kaza kılması gerektiğini okudum ve birkaç aydır öyle yapıyorum. O da hocası Abdülhakîm Arvâsi hazretlerinden böyle öğrenmiş. Acaba doğru mu yapıyorum?.. (Şu gencin nasibine bakınız. Yığınla insan içinde bu soruyu Habil amcaya soruyor…)
Habil amcalar, - Evlat, elbette doğrusunu yapıyorsun, böyle devam et, buyuruyorlar ve kendilerini tanıtıyorlar... Genç ellerine kapanıyor, öpüyor, öpüyor… Habil amcalar da bunu anlatırken duygulanırlardı. Çünkü hazinler hazini bir devamı var…
—Ne zaman gitsem bu gençle karşılaşırdım… Tertemiz bir yüzü var idi, çok sevdim bu çocuğu… Birkaç ay sonra camide göremez oldum. Merak ettim. Kendi kendime dedim ki, niye bu çocuğun bir telefonunu almadım? Bir şey mi oldu acaba?.. Bir müddet daha böyle geçti. Sonra bir gün camiden çıkarken bir adam yanıma yanaştı… —Siz Habil bey misiniz? diye sordu… —Evet efendim, dedim şaşırarak… — Oğlum sizden bahsederdi… deyince ben bir tuhaf oldum evlat… Çünkü geçmiş zaman kullandı. — Bahsederdi dedi…— Oğlum 15 gün önce vefat etti. Yavrumu toprağa verdim… Ölmeden önce sizi bulmamı, selam söylememi istedi. — Hâbil amcam beni fatihalarından, dualarından unutmasın dedi… Sonrasında gözyaşlarını tutamadı adamcağız…Ben de ağlamaya başladım… — Beyefendi başınız sağ olsun. Acınızı şu an ben de yaşıyorum ve gördüğünüz gibi ağlıyorum… Böyle bir evlat yetiştirmişsiniz, size ne mutlu dedim… (Bu satırları okuyan dostlarımdan benim de tanımadığım bu nasipli gence bir fatiha okumalarını hassaten rica ediyorum…)

BÜYÜKLERİN KALBİ CENNETİN KAPISIDIR…
Gittikçe evi çekip çevirmekte zorlanır oldular. Ziynet ninem artık sadece namaz vakitlerinde yattığı yerden kalkabiliyordu… Bir görecektiniz, her namaz vakti oraya buraya, kapıya, masaya tutuna tutuna, iki büklüm nasıl abdest almaya gittiğini… O ne iman ya Rabbi… Su da soğuk... Ama her namaz vakti abdestini bin bir güçlükle alır, gelir huşuyla namazını kılardı...
Şimdi kombilerle, sıcak suyla abdest almaya üşenen, sabah namazını sıcak yatağında geçiren ve cennet hayali kuranlara ne demeli?.. Bir müslümana kusur olarak bu utanç yeter aslında… Ne diye başkasında kusur arar durur?.. Habil amcalar abdest alacakları zaman oturdukları yerden – Ya Allah… diyerek hızla kalkarlar idi…
Çok üzülüyordum hallerine… Yemek bile ısıtamayacak duruma gelmişler idi. Kararımı verdim ve onlara açıkladım: - Efendim ben evlenip alt katınızı kiralamak istiyorum. Eşim yemek pişirir hep beraber yeriz… Evinizin bakımını hanımımla birlikte yapmak istiyorum….
Aman ya Rabbi… Nasıl sevindiler, nasıl sevindiler… Onlar çok şaşırdıkları zaman –Yaaaa, derlerdi… Öyle dediler… O şaşkınlık ve memnuniyet ifadesini size bu dar kelime kadrosuyla tarif etmekte zorlanıyorum…
Hemen diğer odada bulunan Ziynet nineye döndüler, -Hanım, Ömer ne diyor duydun mu?... Ninem, - Ne diyor, dedi merakla… — Evlenip alt katımıza yerleşmek istiyor… Bize hizmet etmek için… Ninem de bir memnun oldu, bir duygulandı ki… Sevinç ve ağlamaklı bir ses ile – Gelinim pişirecek, ben yiyeceğim, dedi… Bu söz beni evlatları yerine koyduklarını gösteriyordu… Allahıma sonsuz şükür… Kitaplarımızda 'Büyüklerin kalbi Cennet'in kapısıdır' müjdesi vardır… Onları sevindiren mahrum kalmaz… Bu iki Allah dostunu bir kez daha sevindirmek nasip oldu. Beraber alt kata indik. Şurayı şöyle tamir ederiz, burayı böyle yaparız diye kararlaştırdık…

EVET, AMA KİMİNLE… NASİP İŞİ…
Sıra evlenecek hanımı bulmaya geldi. Çok aday vardı ama maneviyatlarına ve yaşayışlarına baktığımda veya bilgi aldığımda kalbim bir türlü yatmıyordu… Annemin, - Baban evlendiğini göremedi bari ben göreyim, şeklindeki ısrarları daha da bunalttı… Öğrendiğim ölçüleri aileme bir türlü anlatamadığım gibi onların baskısıyla yanlış karar vermekten de korkuyordum…
Derken Habil amcalar bir hanımı tavsiye ettiler…. – Git onu bir gör, buyurdular… – Peki efendim dedim… Gördüm ama kalbimde bir sevgi hissetmedim. Gel de şimdi bunu Habil amcaya söyle… O gece evimde bu konuyu nasıl söyleyeceğim diye düşündüm durdum… Bir hayat birleştireceksiniz ve kalpler yalan söylemez… Ne yapacaksınız… Kara kara düşüne düşüne ertesi gün evlerinin yolunu tuttum… Doğrusu ne diyeceğimi bilemiyordum. Büyüklerin ruhaniyetlerine sığındım. İşin içinde üzülmeleri de vardı… Derken sıra dışı bir şey oldu. Onu da gittiğimde öğrendim…Kızgın ve üzüntülü idiler…— Ömer kız ne demiş biliyor musun?Ben içimden – Eyvah şimdi yandık, dedim…— Evlenirim ama o eski evde oturmam demiş. Görüyor musun şunun yaptığını…
Bir derin nefes aldım ama hiç belli etmedim… Büyük bir sıkıntıdan kurtulmuştum…

BADE HARABÜL BASRA…
Aradan bir hafta geçti… Soğuk algınlığı geçiriyorlardı… Akşam vaktiydi… Yemeklerini yedirdim, ilaçlarını içirdim ki telefon çaldı. Tanıdık bir ses, - Ömer ne haber dedi. Bu kimse kız tarafından bir beydi… — Hâbil amcayı aradım, dedi… Ben de telefonu Habil amcalara verdim… Habil amca kızdı… Onun konuşmalarından durumu kavradım…
— Siz ne diyorsunuz, dedi karşı tarafa… Ömer bir hafta önce istemediğini söyledi. Kız şimdi burada oturmayı kabul etse ne olur ki… Çocuğu soğuttunuz bir kere… (Meğer aradakiler bir haftalık uğraşma sonucu karşı tarafı alt katta oturmaya ikna etmişler)
Telefonu kapattılar… Beni aldı bir sancı… — Ömer, kız alt katta oturmayı kabul etmiş, sen dersin? diyerek gözlerimin içine baktılar. Başımı önüme eğdim mahcup ve üzgün bir şekilde… Hemen istemediğimi anladılar…— Pekâlâ, buyurdular ve hiç üstelemediler…
(Ben bir konuda ısrar etmemeyi bile onlardan öğrendim...Bu evlilik konusunda Habil amcalar çok istekli idiler. Hem ehl-i sünnet bir yuva kurulmasına vesile olacaklar, bir hanımı Ehl-i Sünnet bir gence emanet etmiş olacaklardı… Hem de içinde bulundukları sıkıntılardan da kurtulacaklardı. Kendilerini bu kadar yakından ilgilendiren bir konuda bile hiç ısrar etmediler… Zorlamadılar… Zorlasalardı onların hatırına kabul ederdim… Ama onlar Allah dostu ve İslam Ahlakı'yla şereflenmişler… Dostlarıma tavsiyem karşınızdaki insanlara her hangi bir konuda baskı yapmayınız. Israrcı olmayınız… Bu olgun bir müslümana yakışmaz… Karşınızdaki rahatsız olabilir ve belli etmeyebilir…)

AYAKLARINI YIKAYAMADIM AMA…
Ben askerdim. Tanıştırdığım arkadaşlarım ben yokken Hâbil amcaların ziyaretine gitmişler. Onlara şu hatıralarını anlatmışlar:
— Büyük mütefekkir Seyyid Ahmet Arvâsi beyin olduğu bir mecliste idik. Onlara Efendi hazretleriyle ilgili şu hatıramı anlattım. Bir gün Bayezid camiinde Abdülhakîm efendi şadırvanda abdest alıyorlar idi. Yanlarında hiç kimse yok idi. Mutlaka yanlarında birkaç talebesi olurdu. Ama o gün yalnız idiler, bir tek ben vardım. Sıra mübarek ayaklarını yıkamaya gelince, - Efendim müsaade buyurursanız, ayaklarınızı ben yıkayabilir miyim? diye izin istedim. Kabul buyurdular. Bir güzel ayaklarını yıkadım. Ben böyle anlatınca Ahmet Arvâsi bey yerinden fırladı – Habil efendi verin o ayakları yıkayan elleri bir öpeyim dedi ve öptü…
Askerden izne geldiğimde arkadaşlarım Habil amcanın bu hatırasını bana anlattı. Kendileri bana bu hatıralarını hiç anlatmamışlardı. Ben de fırsat kollamaya başladım. Abdest aldıkları bir gün havlularını tutuyordum yanlarında. Tam sıra ayaklarını yıkamaya geldi, - Efendim… diye söze başladım ki, sol ellerini ret manasında havaya kaldırdılar ve eklediler: - Onlar Efendi hazretleriydi… Estağfirullah evladım… buyurdular. Hâlbuki benim bu konuyu öğrendiğimi bilmiyorlardı. Daha önce de havlularını çok tutmuştum. Bu menkıbeyi arkadaşlarımdan öğrendikten sonraki ilk fırsatta böyle bir talepte bulunacağıma hazırmış gibi bekliyorlardı…

O NASIL BİR SECCADEYDİ ÖYLE…
Buruklaştım… Çok istiyordum… Bir gün ziyaretlerine gittiğimde henüz namazı kılmamıştım. Onlar kılmışlardı. Bir seccadeleri vardı ki güzelliğini nasıl anlatayım. Onlarda yılların hatırasıydı o seccade. Sağ üst köşesi deforme olmuştu seneler içinde. Kavuniçi ağırlıklı, krem renkli çizgili, yünden bir seccade… – Bu seccadede Ahmet Mekkî Efendi 'rahmetullahi aleyh' namaz kıldılar. (Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsi hazretlerinin 'kuddise sirrehül aziz' yüksek oğulları... Eski Kadıköy müftisi… Büyük âlim ve veli idi…) Kuvvetle muhtemeldir ki Efendi Baba da kıldılar… buyururlardı. O nur seccadeye bu kirli alnı defalarca sürmek, üzerinde namaz kılmaz nasip oldu çok şükür. Secdeye vardığımda alnımı seccadeye değil de sanki Efendi hazretlerinin koynuna koyardım. Öyle bir sıcaklık verirdi bana...
İşte o seccadeyi verdiler, ben de namazımı kıldım. Onlar sedirlerinde tesbih çekmekle meşgul idiler. Duamı yaptıktan sonra yerde biraz oturdum. Bir ayakları sedirden aşağı sarkmış, boşlukta… O güzel ayak tabanı yere 45 derecelik açıyla duruyor. Ve mestli… İçimden bir ses, - Eğil de ayağının altını bir kez olsun öp… Bu fırsatı kaçırma dedi... O ne güzel bir ayaktı, ne güzel bir manzaraydı öyle… Beni davet ediyordu o mübarek ayakları sanki… Dayanamadım… Rahatsız olurlar düşüncesini unuttum… Bir şeyi yerden alır gibi yapıp 'şak' diye öptüm ayaklarının altını... – Estağfirullah, ne yapıyorsun oğlum, diye bir refleks halinde yaslandıkları yerden doğruldular. Gözlerim doldu… Süt dökmüş kedi gibi, - Efendim ne yapayım, sizi çok seviyorum, diyebildim… O şefkat güneşi saçlarımı okşadı her zamanki babacan tavrıyla… — Ben de seni çok seviyorum… Ama bir daha yapma… — Peki efendim, dedim. Nasılsa kavuşacağıma kavuşmuştum…

SANKİ EFENDİ HAZRETLERİNE SARILDIM…
Hasta oldukları bir akşam evlerinde kalmıştım. Bütün gece boyunca hizmetlerini gördüm. Bir divanda Habil amcalar yatıyordu birinde Ziynet ninem. Bana yer kalmadı. Ben de yere, iki nur parçasının arasında, halının üzerine uzandım. Bir yastık, üzerime bir battaniye işte o kadar... Gece kalkar sobaya odun atardım… İlerleyen saatlerde yerin tahtaları sırtımı acıttı. İç salona geçtim. Habil amcamın oturduğu sedire yattım. Yaslandıkları yastığı başımın altın aldım… Allahım, temas ettiğim şeylerin güzelliğine bakınız… Göğsüme de işte o seccadeyi aldım... Dışarıda şimşekler çakıyordu. O an, o odayı, o anda hissettiğim huzuru size nasıl ifade edeyim?.. İslamiyet menbaı, içinde iki Allah dostunun yaşadığı bir ev; karşı dolapta Arabî, Fârisi, Osmanlıca kitaplar... Oda karanlık ve bu karanlığı zaman zaman bölen dışarıdaki şimşeklerin enfes maviliği… Yağmur yağmaya başladı. Yorgun vücudum yavaş yavaş uykuya geçiyor… Koynumda öyle bir seccade... Sanki Efendi hazretlerine sarılmışım. Yağmurda dualar kabul edilir hükmünü hatırladım. O anda bütün tanıdıklarıma dua ettim. Rabbimden dilerim ki bu yazıları okuyanlar da o muhteşem anda ettiğim dualara dâhil olsun…

"O BİZİM SEVGİLİMİZDİR"
Artık sık sık hastalanır oldular… Yine soğuk algınlığı yaşadıkları bir akşam evlerindeyim… Temiz yüzlü biri geldi… İlk defa görüyordum. Bir talebi vardı.Habil amcaya, - Efendim, ben filan seyyide hanımla evlenmek niyetindeyim. O hanım sizin talebelerinizdenmiş. Bu konuda yardımınızı talep etmeye geldim. Görüşmemiz kâbil mi? diye sordu.
Habil amcalar rahatsız olduklarından yatarak dinliyorlardı. Gelen kişi devam etti, açık sözlü ve samimi biriydi. Hoşuma gitti… Habil amcalar da böyle insanları severdi. — Efendim benim için güzellik önemli değil… Seyyide hanım olduğu için evlenmek istiyorum. Bu şerefe nail olmak istiyorum… Habil amcalar – Evlat sen beni nereden tanıyorsun, diye sordular. O kişi dedi ki: Efendim benim çalıştığım yerde Gazanfer abi var… Habil amca, -Evet iyi tanırım, dedi.Devam etti gelen kişi: Gazanfer abi geçen gün Abdülhakîm efendi hazretlerini rüyasında görmüş. Efendi hazretleri ona buyurmuş ki: Habil'i niye ziyarete gitmiyorsunuz. O bizim hem sevgilimiz hem de hizmetçimizdir…
Habil amcayı o anda görecektiniz bu müjdeyi aldığında… Yattığı yerden gözleri dolarak doğruldu, mübarek dudakları aşağı doğru sarkarak titremeye başladı, ağlamak üzereydi… O yaşta efendisine olan aşkı, ondan gelen bir güzel koku, şahsıyla ilgili bir söz yüzlerine can getirdi bir anda… Çok duygulandılar çok… Ama bu güzel aracılığa ömürleri yetmeyecekti… Gelecek yazımız bu serinin yazılması en zor yazısı olacak…

Hâbil amca -7- Güneş ufka yaklaştı

Bir hadis-i şerif var: Evlada yapılan babaya yapılan gibidir…
Seyyid bir arkadaşım evlenecekti. Eli sıkışık. Utana sıkıla durumunu izah etti. Allahım… Böyle fırsat kaçar mı?.. Ama bende de yok ki… Rabbim aklıma getirdi işte… İşyerimle konuştum. - Ben senelik iznimi kullanmasam, yerine ücretini verir misiniz?.. Kabul ettiler… — Bir de peşin verir misiniz? El cevap: Hay hay…
Parayı aldım… Uçarcasına seyyid arkadaşımın yanına gittim. Biliyorum ki sıkıntılı... Biliyorum ki, damarlarında Resûlullah aleyhisselamın zerresini taşıyor... O halde bir saniye bile fazla sıkılmamalı... Müjdeyi bir saniye önce olsun vermem lazım...
İşte yanındayım… Çok hassastır seyyidler. Kılı kırk yararak, mimiklerime çeki düzen vererek, önemsiz bir şey yapıyormuşum gibi yaparak, eline teslim ettim parayı… Dualar, dualar… Evlendi, iznini yaptı geri döndü… Gel gör ki yanına gidemiyorum… Biliyorum hassas ve eziklik hissedecek. E, çok da seviyor ve görmek istiyorum... Her gün görüşürken hiç görüşememek... Kararımı verdim. Yanına çıktım. Tahmin ettiğim gibi... Başını hemen önüne eğdi gözümün nuru... — Abi paranı ne zaman istiyorsun, dedi… — Ne parası, ne geri istemesi... Ben emaneti sahibine teslim ettim sadece…— Olmaz Ömer abi…— Seyyidim bu şereften beni mahrum mu edeceksin, dedim… İşi espriye vurdum, kalkıp kaçtım, 'Oldu bile güzelim, oldu bile…" diye diye, güle güle kaçtım yanından… Kapıdan çıkarken göz ucuyla baktım o da tebessüm ediyor… Oh, bitti bu iş… Bu hizmet de nasip oldu, dedim kendi kendime…
Bu seyyid abinin babası hastanede yatıyordu ve ağır hastaydı. Zaten o hastalıkla veda ettiler bu fâni âleme… Gitmiş babasına söylemiş. Açmış mübarek babası ellerini, bir dualar, bir dualar, bir dualar… Hem seyyid büyüğü, hem hasta yatağında içli içli yalvarıyor…
— Ömer abi orada olmanı ne kadar isterdim… Sana o hasta yatağında nasıl dualar etti, dedi seyyid arkadaşım ve ekledi: Benimle ahiret kardeşi olur musun?.. Gözlerim doldu efendim, gözlerim doldu. — Tabi, tabi olurum deyip sarıldık birbirimize…

AH BÖYLE BİR RÜYAYI BİR DAHA GÖRSEM…
Seyyid abinin babasının o hastanede dua ettiği gece ne oldu biliyor musunuz?..
Aynı gece Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsi hazretleri 'kuddise sirrehül aziz' rüyamı şereflendirdiler. Alnıma bir buse kondurdular… O nur yüzlerine bakıp ağlamaya başladım. Ağlaya, ağlaya uyandım ki sabah namazı vaktiydi…
3 gün sonra… Bu kez mümtaz talebeleri H.Hilmi Işık Efendi 'rahmetullahi aleyh' girdi rüyama... Aynı onlar gibi, efendisi gibi aynı yerden öptüler... Şu mütabeata (hocasına itaate) bakınız… Rüyada bile izlerinden gidiyorlar…
Bunu Habil amcalara anlattım. Bir de onlar öptüler bu kirli alından... Oh, nur üstüne nur… Zamanın büyüklerinin nur dudakları alnımda ben de bulutların üzerinde dolaşıyorum…
Yazık olur açıklamak onu,gizli kalsın gönül aşkı gibi.Fekat gösterdim ki, yol bulalar,bulmayıp üzülmeden yeğitler.Müjdeci Mektûblar 243. mektûb
Çevrenizde evlâd-ı Resul olanlar varsa onlara hizmet iki dünya hazinesidir… Bu fırsatı kaçırmayınız…

İÇERİDE ÖYLE BİR ZÂT VARDI Kİ…
Ziyaretlerine gittiğim bir gün kapıyı açtılar ve – Gel seni bir zâtla tanıştırayım buyurdu Habil amcalar… Yüzündeki sıra dışı tebessümden – Gel de nasıl bir zat, gör, manası akıyordu… Heyecan ve merakla onları takip ettim. Salona geçtik. Baktım ki tatlı tatlı gülen bir zât… Sedat amca...
Onlar da Abdülhakîm Efendi hazretlerinin en yüksek talebelerinden… Ya Rabbi… Efendi hazretlerinin iki yakın talebesi ve bu hakir… Odada sadece üç kişiyiz. O iki gül yüzlünün yanında yerin kaçıncı tabakasına girdiğimi, kendimden nasıl tiksindiğimi anlatamam... Hiçbir şey söylemeseler bile, o Allah adamlarının yüzünü görmek insanı kendinden iğrendirmeye yetiyor da artıyor bile...
Önce ellerine kapandım. Zorlukla öpebildim… Odadaki en uzak sandalyeye attım kendimi… Karşımda nurdan iki dağ duruyor sanki. Şükür… Şükür… Şükür… Onların ciğerlerine girip, çıkmakla şereflenen havayı ben de teneffüs ediyorum. Sanki Efendi Baba zahir olmuşlar, o odadalar… Konuşuyorlar… O günkü sohbetten aklımda kalan iki uç nokta var… Önce Habil amcalardan: - Sedat bey… Şah-ı Nakşîbend hazretleri buyurmuşlar ki, "Evliya kâinatı önündeki sofra gibi gördüğünü söylemiştir. (Yani kâinata bu kadar hâkimler. Onlardan izinsiz tek ot bile bitmez yeryüzünde…) Ben ise başparmağımın tırnağında (yakın) görüyorum.
Sohbet ilerliyor. Sedat amca da şunu naklediyor: - Efendim kıyamet alametidir. Yıllar ay gibi (süratli) geçer, aylar hafta gibi, haftalar gün gibi, günler saat gibi. (Şu an aynen öyle değil mi?..)
Ben çok helalleşme duydum ama Sedat amcaların, Habil amcadan o gün ayrılırken hak talep etmesindeki zarafete hiçbir yerde rastlamadım. Aynen şöyle söylediler: - Hakkı âlinizi hibe ediniz efendim…

TÜYLERİM YETMEDİ, SAÇLARIM DİKEN DİKEN…
Sedat amca ayrılırlarken müsafeha ettik. Sonra hayatımın en büyük şoklarından birini yaşadım... İnanamayacaksınız... Çünkü ben de sonrasında bunu yaşayan kişi olmama rağmen 'Hayal mi gördüm' diye inanmakta güçlük çektim… Bu satırları onların büyüklüğüne bir remz olsun diye naklediyorum…
Tam müsafeha ettik ki eğilip elimi öpmeye kalktılar... Dehşetler içinde kaldım… Kendimi nasıl yere attım bilemiyorum. Son anda kurtardım… Allahım bu nasıl tevazu böyle… Sonra şapır şupur yumuldum o güzel ellere. Baktım arkada Habil amca da, Sedat amca gibi tatlı tatlı gülümsüyor. Bu tavırlarıyla hayatımın en büyük tevazu derslerinden birini verdiler bu akılsıza…
(Ansiklopedik bilgi ve düşüncede kopya kâğıdıyla çoğaltılmış; birbirinin aynı kelimelerle, güya insanları eğittiğini sananların sözlerine beyin hücrelerimde yer verdiğime acıdım bu olay sonrasında… Sedat amcanın yaptığından müthiş bir eğitim şekli olabilir mi? Zaten kavramların ezberciliğinden başka ne verilir oldu ki günümüzde insana?.. Bir sürü fabrika imalatı insan bu yüzden dolaşıyor aramızda. O yüzden insanlar birbirlerini anlayamaz oldular… Kaba ne girerse içinden o sızar… Sığ öğreticilerden sığ insanlar yetişiyor… Ne güzel bir söz var: Kem âlât ile kemalât olmaz… Yani kötü aletle güzel, iyi bir iş yapılamaz… Eğitim odur ki, zerrelerine işlesin. Hiç unutmayasın. Bazen hiç konuşmadan sana öğretilsin. Bunu ancak Allah dostları veriyor insana… Benim gibi kabiliyet düşmanınca bile hiç unutulmuyor)

İNSANLIK DAĞININ ZİRVELERİ…
Habil amcaların vefatından sonra kardeşi Hâlid amcanın ziyaretine gitmiştim bir gün. O da Abdülhakîm efendinin talebelerinden idi. Bana demişti ki: - Oğlum Efendi hazretlerinin talebeleri öyle mütevazı insanlardı ki, yolda yürürlerken çocukların misket oynadıklarını görseler, eğilir onlarla birlikte misket oynarlardı. Görseniz 60 yaşında koca koca adamlar çocuk gibi misket oynuyorlar…
Yine Hâlid amca anlatmıştı. Aynen iletiyorum: - Efendi babanın bir kardeşi vardı. Efendi vaaz verirken kapıdan içeri girer, hemen kapının eşiğine otururdu. Hürmetinden sohbet bitene kadar öne eğilip, iki büklüm, neredeyse alnı yere değecek şekilde, hiç başını kaldırmadan iki dizi üzerinde dinlerdi.
Gidenler bilir. Eyüp Sultan'da vazife yaptıkları caminin avlusuna bir giriş vardır. Demirden bir kapısı vardır. Dış kapı... Sonra bahçeye girilir. Cami bahçenin içindedir. İşte o en dış kapıda Efendi babanın kardeşine sorduk. 'Efendim en nihayetinde Efendi sizin abiniz… Camiye girdiğinizde hiç olmazsa yanına gidip otursanız. Biz sizi kapının eşiğinde, o halde görünce rahatsızlık duyuyoruz.
Çok yumuşak ve sessiz bir insan olmasına rağmen gadaba geldi. O dış kapının yanında bize dedi ki, - Bana bakın!.. Siz abimi benim gördüğüm gibi görebilseydiniz, şu kapıdan içeri adım atmaya cesaret edemezdiniz. Ben yine caminin içine kadar giriyorum… (Büyükleri büyükler tanır…)

ŞU VEFA HİSSİNE BAKINIZ…
Habil amcalar anlattılar…
— Bir gün İstanbul'a öyle kar yağmış idi ki, göz görü görmüyor, yolda yürüme imkanı bile zor bulunuyordu. O gün Efendi hazretlerini Bayezid camiinde vaaz günü idi. Birkaç talebesi, - Efendim çok kar var. Zaten talebeleriniz de bu havada camiye gelemezler. Bu gün istirahat buyursanız da gitmeseniz, dediler. Efendi hazretleri buyurdular ki: - Bir talebemiz bugün bizi görme umuduyla camiye gelse ve göremese yıkılır efendim... Ne yapıp edip gideceğiz...
Bir görecektiniz evlat artık 80 yaşında idiler. Bir koluna bir arkadaş girdi diğerine başka bir talebeleri. Karlı, buz tutmuş yokuştan aşağı yavaş yavaş, ufak adımlarla bin bir zahmetle indiler. Allahü teala yardım etti, Eyüp Sultan'da bir araba bulundu. O zaman araba nerde… Çok az… Camiye gittiler, içeri girdiler ki bir de ne görsünler. Bütün talebeleri bekliyor… Bir kişi bile noksan değil…
Efendi hazretleri öyle anlayışlı idiler ki. Bazen dersi bırakır dışarı çıkarlardı. Çünkü talebelerinden sigara tiryakisi olanlar var idi. Onlar rahat rahat tüttürsünler diye derse ara verirler idi. Onlar çıktıktan sonra camlar açılır, tütünler yakılırdı. Kendileri de bazen tek tük içerlerdi…
(Habil amca da bazen tek tük içerlerdi. O sigara ağızlarına ne de yakışırdı. Bir gün baş başa oturuyorduk. Güya belli etmeyeceğim ama başıma vurdu sigara... — Ömer canın sigara mı çekti, buyurdular… Anlamalarına şaşırdım ve utandım… — Burada iç buyurdular. Öyle utandım ki, bir şey diyemedim. İçemedim de. Hemen anladılar tabii. — Pekâlâ, git mutfakta iç, buyurdular. Ne inceydiler… Burada iç demelerinin altında - Artık seninle gizlimiz saklımız yok, demek istediler aslında…)

BU HATIRAYI ANLATIRKEN YAŞARLARDI…
Bir gün Süleymaniye camiinde Cuma namazı kılacaktık, vaaz dinliyorduk… Vaiz efendi, - İbrahim aleyhisselamın babası Azer bile putperest idi dedi. Benim başımdan aşağı kaynar sular döküldü evlat... İbrahim peygamber, Muhammed aleyhisselamın dedelerindendir. Allahü teala Kur'ân-ı kerîmde 'Sen hep secde edicilerden dolaştırılıp getirildin' buyurarak o mübareğin dedelerinin hep mümin olduğunu bildiriyor. Peygamber aleyhisselam da bunu hadîs-i şerifleriyle açıkça bildirdiler…
İkaz etsem fitne çıkar mı, etmesem bu kadar insanın itikadı tehlikeye girecek… Kısa bir tereddütten sonra ayağa kalktım. — Vaiz efendi müsaade buyurursanız bir hususu tashih etmek istiyorum… Putperest olan Azer, İbrahim aleyhisselamın amcası ve üvey babası idi. O zamanda amcaya da baba denirdi. Onun için Kur'ân-ı kerîmde babası diye geçiyor. İbrahim aleyhisselamın babası Târuh idi ve mümin idi, dedim ve yerime oturdum. Ama elim ayağım terledi… Vaiz karşılık veremedi… — Efendim kitaplara bakayım, diyebildi… Biz bunu Efendi hazretlerinden öğrenmiştik evlat. Görüyor musun bir büyüğe tabi olmayanlar ne hatalara ve tehlikeli inanışlara düşüyorlar… (Tabiin büyüklerinden İmam-ı Muhammed bin Cebr 'radıyallahü anh' hazretleri var… Eshâb-ı kiramın en üstünlerinden Abdullah bin Abbas 'radıyallahü anh' hazretlerinin talebesidir. O mübarek zat buyuruyor ki: - Ben Kur'ân-ı kerîmi hocam Abdullah bin Abbas hazretlerine 30 kere okudum. Ben bir ayet-i kerime okurdum... Hocam o ayeti tam bir tefsir ederdi. Sonra diğer ayet-i kerîmeye geçerdik. İşte İbrahim aleyhisselamın babasının Târuh isminde mü'min olduğunu bize Resûlullah aleyhisselamdan delilleriyle birlikte bildirdi…)

İŞTE RÜYAMDAKİ DUA BUYDU…
Arkadaşlarımla Habil amcaya gidiyorduk bir keresinde… Bir arkadaşım, - Ya abi ben dün akşam Habil amcayı rüyamda gördüm… Bana dua ettiler ama bir türlü hatırlamıyorum, dedi… Evlerine gidene kadar bu konuyu düşünmüş… O gün yine doyumsuz sohbetlerine kavuştuktan sonra vedalaştık. Tam ayrılırken hepimize bakıp, - Allahü teala dareyn seâdeti versin, diye dua buyurdular. Yani iki dünya seâdeti versin, demektir. Bizim arkadaşın beti benzi attı… Dışarı çıktık… — Abiler dün akşam rüyamda ettikleri ve benim de hatırlayamadığım dua işte buydu, dedi…

SONSUZLUK İÇİN ATILAN İMZA…
Bir gün öyle bir şey duydum ki… Ömrüm boyunca böyle bir şeye rastlamadım… Utandım… Utandım… Anlatacağım kısa hadisedeki asalete bakınız… Şimdi gömlek değiştirir gibi sevgili değiştirenlere, buna da sevgi diyenlere ithaf olunur…
— Bir Nevin hanım vardı… Efendi hazretlerine âşık idi… Öyle sâliha bir hanım idi ki… Ellerine kadar tesettür ederdi. Eldiven giyerdi… Efendi hazretlerinden cennette evlenmek için söz aldı. Nevin annemiz Abdülhakîm efendiye cennette hanım olabilme şerefine kavuşmak için ömrü boyunca bekâr kaldı, kimseyle evlenmedi evlat... Öylece vefat edip onlara kavuştu…

KURTAR BENİİİİİ… KURTAR BENİİİİİ…
Yeğenleri Metin bey anlattı… — Benim çok günahkâr bir arkadaşım vardı. Son zamanlarda çok büyük bunalım yaşıyordu... Bir gün bana dedi ki, - Metin, hiçbir şeyden tat almaz oldum. Yapmadığım rezalet kalmadı. Artık onlardan da zevk almıyorum. Büyük bir buhran yaşıyorum…
Ben de dedim ki, - Ben anlamam ama benim bir amcam var. Muhterem bir insandır. Gel seni ona bir götüreyim… Hemen - Olur gidelim, dedi… Amcamın evine geldik. Kapıyı açtık. Amcam ileride merdivenlerin başında durmuş bize bakıyordu. Onu görür görmez arkadaşım hıçkırıklara boğuldu… Daha amcam hiçbir şey söylememişti hâlbuki… Ağlaya, ağlaya ona doğru koşturdu ve gitti kendini Habil amcamın ayaklarına attı. Ayaklarını öpmeye başladı ve bağırdı: - Kurtar beniiiii, kurtar beniiiii…
Ben şoke oldum… Amcam ona çok şefkat gösterdi… Çok ilgilendi… İnanamadım. O yürüyen günah arkadaşım o günden sonra 5 vakit namaza başladı… O kadar değişti ki… Ben de çok sevindim. Böyle bir güzelliğe aracı olmuştum…
***
İşyerimde idim… Telefonun acı çalması nasıl olurmuş anladım. – Ömer abi… Habil amca… Kalp krizi… Hastaneye kaldırmışlar… Durumu ağır…

Hâbil amca - 8 - Perşembe’ye düğünüm var…

İşyerimde idim… Telefonun acı çalması nasıl olurmuş anladım. – Ömer abi… Habil amca… Kalp krizi… Hastaneye kaldırmışlar… Durumu ağır…
Yüreğim bin parça… Hemen telefon açtım. Görüşmek istedim. Odasına aktardılar. Telefona çıkan arkadaş – Abi doktorlar görüşmeyi yasakladılar, dedi. – Benim aradığımı söyler misiniz, dedim. Öğrenince telefonu istemişler, hatırımı sordular… Teselli ettim. – Hemen geliyorum efendim dedim. – Pekâlâ buyurdular.
Atladık hastaneye gittik. Ziynet ninemi farklı odaya, Habil amcayı farklı odaya almışlar. Odanın kapısında yeğenleri Ayşe ablayla karşılaştık. – Ömer abi şuurunu kaybediyor, dedi. Yıkıldım…
Yanlarına girdim. Bakıp, sıkıntı içinde tebessüm ettiler... Alınlarını okşadım, teselli ettim... O anda şuurlarını kaybettiler. Hayallerinde Ziynet nineyle telaşlı telaşlı konuşuyorlar, -Hanım… Abidin bey gelecek, hazırlık yapalım… (Seyyidlere hürmete ve muhabbete bakınız…)
Başlarında Sefer bey Kur'ân-ı kerîm okuyor. Bir Yasin-i şerif okudum. Sıkıntılılar... Fazla kalmamız yasak. Ayağa hiç kalkmayacaklar. Hiç üzülmeyecek ve yorulmayacaklar. Çaresiz durumdayız…

ÖLÜM YATAĞINDAKİ EDEB…
Bana – Oğlum, benim helâya gitmem lazım dediler. – Efendim doktorlar ayağa kalkmanıza izin vermiyor. Burada bir çaresine bakalım…Ölçüye bakınız, – Bu odada Kur'ân-ı kerîm tilavet olundu… Burada olur mu hiç… O tatlı bakışlı gözler zor açılıyor. Yanlarında bir tuğla. Teyemmüm aldılar. Namazı yattıkları yerde kıldılar. Başlarında sürekli birinin bulunmasına izin var ama kalanlar terk etmeli... Doktorların emri böyle... Seyyid Abidin abiye – Bu akşam ben kalayım yarın siz kalırsınız dedim.– Yok, yok Ömer âbi, bu akşam ben kalacağım. Yarın sen kalırsın, dediler. Biz ayrıldık. Alınlarından öptüm. Bilemezdim son öpücük olacağını...

GELİNLER EVDEN CUMA ÇIKAR…
Ziyaretine gelen bir sevdiklerine demişler ki: – Perşembe'ye düğünüm var… Gelinler evden Cuma çıkar…
Perşembe günü vefat ettiler. Cenazeleri hastaneden Cuma günü çıktı… En son kerametleri bu oldu…
Abidin abi çok üzüntülü: – Son anlarında hanımı getirin bir göreyim dedi... Yasak olduğu için görüştüremedik. Ne bilelim böyle olacağını?.. Bilseydik görüştürürdük. Nasıl içim yandı… Son nefesinden önce pencereye doğru kollarını uzattılar… Sanki birine sarılmak ister gibi… Kalkmaya çalıştılar. Allah bilir ya Efendi hazretleri penceredeydi…
Sekerat halinde hep Kur'ân-ı kerîmi öpüp kokluyor, yüzlerine sürüyorlar. Büyük ebatlı ve ağır bir Mushaf olduğu için başındaki âbiler onu alıp, hafif başka kitaplar veriyorlar. Gözleri kapalı ama onları geri itiyor. Kur'ân-ı kerîmi istiyor. Veriyorlar… Yine öpüp, koklayıp, yüzüne sürüyor. Öyle… mışıl mışıl bir uykuya dalıyorlar…
Bu öyle bir uyku ki, boyutlar ötesine, suretten hakikate geçiyorlar… Efendilerine kavuşuyorlar… Bu öyle bir uyku ki, onun yanında bizim sürdüğümüz şu hayat, uyku mesabesinde. Zaten aşina oldukları zaman ve mekân ötesine bir doğum, bu uyku… Dünyanın bitmez, tükenmez çilesinden kurtuluş… Düşünsenize… O uykuyla uyanıp, Âlemlerin Efendisine 'aleyhisselam' kavuşmak… O tatlı ellere kapanmak… – Geldim ya Resûlullah 'aleyhisselâm'… Sizi ne de özlemişim, diyebilmek… O tatlılar tatlısı tebessüme muhatap olmak… Bir bir Peygamberleri 'aleyhimüsselâm' görmek, ellerini öpmek… Sırılsıklam aşık olduğunuz dört halifeye 'aleyhimürrıdvan' sarılmak… Bütün Eshâb-ı kirâmın 'aleyhimürrıdvân' gül yüzlerine, göz yaşlarıyla bakmak… Altun Silsile'nin bütün büyükleriyle sohbet… Şâh-ı Nakşîbend, İmâm-ı Rabbâni, Seyyid Abdülkâdir-i Geylâni ve tabii ki Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsi 'kaddesallahü teala esrarehüm' hazretlerinin ayaklarına kapanmak… En büyük nimet olarak da Allahü tealanın didârını görmek…
Boyutlar içinde tutsak olan bizlerin, göremediği, anlayamadığı bu duyguyu yine büyükler ölçülendirmiş…– Ölüm sevgiliyi, sevgiliye kavuşturan köprüdür… Ölen bir daha geri dönmek istemez…
(İnnâ lillah ve innâ ileyhi râciûn) Hepimiz Allahın emrinde ve dileği altındayız ve hepimiz Onun huzûruna çıkacağız!
Büyüklerden biri vefat etmiş… İnsanlar akın akın cenaze namazını kılmaya koşmuşlar. Gelenler içinde bir büyük zat varmış. Vefat eden Allah dostunun tabutunu musalla taşında görünce, mana aleminde konuşmaya başlamışlar. Gelen zat, – Efendim nasılsınız diye sormuş. Vefat etmiş olan büyük zatın cevabı ne kadar sarsıcı: – Ölüler, bir dirinin cenaze namazını kılmaya geliyor. Ne garip değil mi?..

TABUT DEĞİLKİ, ÇEYİZ SANDIĞI…
Yeryüzü simsiyah… Kabirlerinin başındayım. Tabutlarının daha doğrusu çeyiz sandıklarının gelişini seyrediyorum. Allahım, onları böyle mi görecektim?.. Getirdiler... Tabutun üst kapağını açtılar. Boylu boyunca beyazlara bürünmüşler. İşte sevdikleri Şerif Kayacan bey kabire indiriyor. Yüzünü açıyor. Güler gibiler… Bu onları dünya gözüyle son görüşüm. Büyük velilerin kabirlerinden koparılan gülleri, gözlerinin üzerine, dudaklarının arasına koyuyorlar gül yüzlümün… Ve kefen kapatılıyor. Artık onları hiç göremeyeceğimin acısı vuruyor içimi…
İmâm-ı Rabbânî hazretleri 'kuddise sirrehül aziz' vefat ettikten sonra yıkanırken kolları yana uzatılmış. Kolları kendiliğinden namazdaki gibi birleşmiş. Habil amcaların da öyleydi. Kabirde en son görenlerdenim. Namazdaki gibi karınlarının üzerinde birleşmişti ve sağ elleri sol bileklerinin üzerindeydi. Kefenin üstünden belli oluyordu…

BEDENİ KABİRDE, HİMMETİ YANI BAŞIMDA
Toprakları atılırken aklım adeta gideyazdı. Bu anda ayağımı nereye bastığımı bilemedim. Kabir taşlarına yaslı büyükçe bir taşın üstü boşluk. O boşluğa girdi ayağım ve sağıma doğru düşmeye başladım… Tutunacak yer yok. Tam ayağım kırılmak üzereydi ki sağ kolumdan biri tuttu tekrar düzeltti beni. Hemen kim olduğuna baktım. Çevremde bana ulaşabilecek yakınlıkta kimseyi göremedim… Onlardı biliyorum… Kendileri kabirde, himmetleri yanı başımda…
Evime döndüm. Odama geçtim oturdum. Gözlerim boşluğu dövüyor. Evlerine telefon açsam. Her zamanki gibi – Buyurun, diye telefona çıkarlar mı? Bir defasında açtım. Telefonun sesi bile beni o günlere götürmeye yetti. Çaldı çaldı açan olmadı… Ağladım… Bir daha da arayamadım…

ZİYNET NİNEM ÇAĞIRDI AMA…
Ziynet ninem yeğenlerinin yanına yerleştirildi. 6 ay sonra bir gece rüyamda, iki büklüm, sağ kollarını uzatmış bana uzanmaya çalışıyorlardı. Hayırdır inşallah demeye kalmadı ki onların da vefat haberi geldi. Meğer beni çağırıyorlarmış. Anlamamışım… Neyi anladım ki zaten… Sevgililer buluştu toprak perdesinin altında.
O sabah bir ablamız eşiyle kahvaltı ederken, - Hayırdır inşallah demiş. Bu gece bir rüya gördüm… Habil amcanın hanımı Ziynet nine vefat etmiş. Benim için ayırdığımız kabri ona vermişiz, diyor… Bir saat geçmiyor ki bu aileye bir telefon geliyor. Ziynet ninenin vefat ettiği ve kendilerine kabir yeri arandığı söyleniyor. Bu talihli ablanın mezarı ona veriliyor. Habil amcayla kabirleri yan yana geliyor…

YILLAR SONRA…
Yıllar geçti. Hizmetlerimin hepsini unuttum. Ama kusurlarım içimde dağ dağ büyüdü, büyüdü… Geçen sene (2008) rüyamı şereflendirdiler. Ben oturuyorum, onlar başucumda ayakta. Üzerlerinde her zamanki pardösüleri… Başımı kaldırdım o tatlı yüzlerine baktım: – Efendim hizmetinizde yaptığım kusurlar beni çok üzüyor, dedim… Güldüler. Saçlarımı okşadılar, – Yok, yok… diyerek bu yükü 15 yıl sonra üzerimden aldılar… Elhamdülillah…
Bir defasında bu sefer onlar oturuyor, ben yanaşıyorum… Sarıldık birbirimize, ama nasıl bir hasretle…
Onların ardından onları kime anlatsam aşığı oldu. Onları anlattığım ortamın o anda havası değişti. Onları az buçuk, anlattıklarımla tanıyanlar çok yandılar. – Keşke bize de görmek nasip olsaydı, dediler. İstanbul Edirnekapı'daki kabrine koşturdular. Habil amcanın ve ninemin kabrini bir çiçek bahçesine çevirdiler. Allahü teala hepsinden razı olsun…
MÜNACAAT
Sultanım benim… Siz Efendinize gittiniz ben burada yetim ve garip kaldım… Elimde kandil sizi arıyorum… O dağ gibi heybetinizin içindeki şefkati özlüyorum… Mahşer günü inşallah ardımda binlerce seveninizle geleceğim. – Bunlar size görmeden âşık olanlar. Onları himayenize alın, diyeceğim… Biliyorum kabul edersiniz. Çok şefkatlisiniz…
Siz Efendi hazretlerine nasıl aşıktınız öyle… Aşkın mektebi oldunuz bize… Sizden öğrendiklerimizle dünya ve içindekiler değersiz geldi gözümüze. Ömer-ül Faruk'unuz o tatlı günlerin hayaliyle yaşıyor şimdi… Hatırladıkça burnunun direği sızlıyor ama ne çare…
Şimdi ne halde olduğumu siz benden iyi biliyorsunuz… İçim acıyor efendim… Gönül yarasına ilaç için himmetinizi bekliyor oğlunuz… O saçlarımı okşayan pamuk ellerinize, şefkatli bakışlarınıza kavuşmak mahşere kaldı artık… Hani bir gün demiştiniz ya, "Bu zamanda iman ile ölene acınmaz oğlum. O kurtuldu diye…" Bunun için ben, sevdiklerim ve bu yazıları okuyup içleri acıyanlar duanızı bekliyoruz… Hepimiz iman ile ölüp size ve Allah dostlarına kavuşalım istiyoruz…
ONLARDAN…
* Efendi hazretleri dua ederken ve okuduklarını hediye ederken "Âdem aleyhisselamdan inkırazı âlem (kıyamete) kadar gelmiş ve gelecek bilcümle mümin ve müminâtın ruhuna hediye ettim, diye dua buyururlar idi… (Hediye ettikleri, imanla ölecek olanları kabrinde bekliyor yani…)
* Habil amcalar bana Türkiye Gazetesi'nin hazine değerinde dini bilgiler yayınlanan orta sayfasını her seferinde yüksek sesle okutur, dinlerlerdi. Çok hoşlarına giderdi. Bir seferinde 'Şiirlerle Menkıbeler' köşesinde Efendi hazretleriyle yaşadıkları bir hatıraları yayınlanmıştı da nasıl mutlu olmuşlardı. O yazıyı bana okuttular. Ben doyamadım bir daha okumak istedim. – Hadi oku bakalım, dediler memnuniyetle. H. Hilmi Işık 'rahmetullahi teâlâ aleyh' efendinin kitaplarını ziyaretine gelenlere özenle dağıtır, – Bizim de hizmetimiz böyle olsun, derlerdi…
* Habil amcalar Allahü teâlâ seâdet-i dâreyn nasip etsin diye dua ederlerdi… Yani iki dünya seâdeti versin…
* Efendi Baba buyurdu ki, "Bin oğlum olsa hepsine Ahmed ismini koyardım…" Nitekim oğulları hep iki isimli… Ahmed Mekkî, Ahmed Münir gibi…
* Habil amca her akşam bir cüz okurlardı. Efendinin vefatından sonra talebeleri cüzleri paylaşmışlar. Abdülhakîm efendiye her akşam bir hatim gönderilirdi…
* Bana siyah kaplı defterinden birkaç kere şu menkıbeyi okudular. Hazret-i Ebu Bekir 'radıyallahü anh' bir gün hizmetçisinin getirdiği sütü içti. Bir yudum aldı ki sütü ağzından çekti ve sordu – Bu sütü ne ile aldın… Hizmetçisi – Cahiliyye devrinden öğrendiğim efsun ve sihirle para kazandım. Onunla aldım… Bunun üzerine Sıddîk derhal parmağını boğazına saldı. İçtiğini çıkarmak için öyle uğraştı ki ölecek sandılar. Sonra dua etti, - Ya Rabbi, iktidarım dâhilinde olanı çıkardım. Damarlarımda kalan zerreler için beni affet… Sonra da hizmetçisine bir daha böyle yapmamasını sıkı sıkı tembih etti.
* O defterdeki Efendi hazretlerinin şu ifadesi çok çok hoşuma giderdi: Ey hakikatleri arayan kardeş…
* Şu mısraları sık sık okurlardı…
Bütün dünya benim olsa, gamım gitmez nedendir buEzelden gam turab ile yoğrulmuş bedendir bu (turab: toprak)
* Efendi baba çocuğu olmayana Allah vermesin. Olanı da muhafaza etsin, diye dua ederlerdi. Evlat, benim oğlum olsaydı şimdi onu ahlaksızlıktan nasıl koruyacaktım, kızım olsa idi kime güvenim verecektim. Bizim çocuğumuz yok ama çocuğumuz çok… Sizler hep bizim çocuklarımızsınız…
* Habil amcalar bana su içerken, -Suyu üç yudumda iç… Suyun tıkadığını hiçbir şey açmaz, derlerdi…
* Nerde namaz var orada iman var, nerde namaz yok orda iman ya var ya yok… Şüphelidir evladım…
* Bir köye gideceksiniz diyelim… Bu köye iki yoldan da gidilebiliyor olsun. Bilseniz ki sağdaki yoldan giderseniz yolunuzda sizi aç bir aslan bekliyor. Soldaki yoldan giderseniz kötü bir arkadaş bekliyor. Siz sağdan gidin şehit olun… Soldan giderseniz o kötü arkadaş imanınızın elinizden gitmesine sebep olur Allah korusun…
* İlk öğrendiğim şeylerden biri şu idi: – Gıyapta yapılan dualar mutlaka kabul olur. O halde birbirimize arkamızdan dua edeceğiz
* Habil amcaya bir gün – Efendi hazretleri niye fazla kitap yazmadılar diye sorulmuş. Cevabın güzelliğine bakınız: – Onlar kitaplarını insanların kalplerine yazdı evlat…
* Efendi hazretlerinin dokunduğu yerden bin yıl feyz (nur) yayılır… (Elhamdülillah… Ben o elleri öpen elleri defalarca tuttum… O elleri defalarca öptüm…)
Vesselam…

Ömer Çetin Engin
www.saatlimaarif.com
 

2009 ·Vefâ Arşivi by TNB