Şiir

Şiir
Ben Osmanlıyım

Okudum Not Aldım

Okudum Not Aldım
Hayatta İki Şey

Türkçe... (Mi?)

Türkçe... (Mi?)
Tehlike...

Okudum Not Aldım

Okudum Not Aldım
Ne Çıkar Ateşböceği Sansalar Bizi…

Yaprak sarma, ıspanaklı börek, aşure

15 Ekim 2009 Perşembe


Nev’i şahsına münhasırdır bizim efendi. Öyle uzun boylu kural, kaide tanımaz, usul, erkan gözetmez. Her “Buyur” diyene gider ve herkesi buyur eder. Mesela ben planlı programlı bir iftar verdiğimizi hatırlamam. Onun ne zaman ve kimi getireceği belli olmaz. Meğer ki girmesin birinin koluna. Doğru eve. Hani çok şey de istemez, mütevazi sofralardan hoşnut olur. Çoğu kez getirdikleriyle ilk karşılaşıyordur. İçeridekileri tanıyor musun sorusuna daima “Evet” der. Sorarım:
-Nereden?
-Kalu beladan!

İftar vakti “Abi buralarda bildiğin lokanta var mı?” siye soran bir yabancıyı kaçırmaz mesela. Küfeci, pazarcı, amele. Birilerinin çıkın açtıklarını görmesin yeter ki… Anlık yaşar, programı programsızlıktır onun.
Akşam namazını mutlaka camide kılar. Geçen helâ bekçisine takılmış. Meğer zavallıcık sofra kurmuş kendine. Bir dilim sararmış peyniri, iki domatesi ve üç beş patlak zeytini varmış sadece. Bir de sahurdan kaldığı belli, yarısı dişlenmiş bayat ekmeği. Mübareğin gönlü zengin ya, buyur etmiş bizim efendiyi. O da “Bu kime yeter?” dememiş, kırmamış garibi. Küf kokan ekmekle çürük zeytinleri geçirmeye çalışmış boğazından. Eh bu arada dert dinlemiş, elinden geldiğince. Helâ kapısındaki beş metre karelik, rutubetli odacıkta malum kokular arasında ömür tüketen bu adamcağız iyi zenginmiş bir zamanlar. Kimini yel almış, kimini el. Nereye gittiğini o da anlayamamış ama ne varsa uçmuş avucundan. Hanımını kaybetmiş, çocukları aramaz olmuş.
İşte bu günlerde onunla sardırdı. Sık sık alıp geliyor iftara. Soba başına oturtup iliğini kemiğini çalışıyor ısıtmaya. Kahvesini taşıyor, sigarasını yakıyor.
Geçen gece yarısına doğru geldi eve. Kızacağını iyi bildiğim halde sordum:
-Neredeydin?
-Öbür hanımımın yanında!
-Dalga geçme lütfen. Sinir etme insanı.
-Asıl sen sinir etme. Çocuk mu var karşında. Gelmedikse sebebi vardır di mi?
-İyi ya, hoş ben de merakımdan soruyorum zaten. Kime gittin neler yedin?
-Haa hizaya gel şöyle. Ben de başlayacağız sandım seremoniye. Ara sıra sorgu hâkimliğin tutar ya.
-Neyini sorgulayayım ayol. Muhabbet olsun hani.
-Öyleyse anlatayım. Talebeleri davet edeyim demiştim iftara.
-Hangi talebeleri?
-Berber Receb’in bodrumundakileri… Ava giderken avlandık. Çocuklar apar topar çektiler içeri, oturttular sofraya. Doğrusu özlemişim talebe evlerini. Eee dile kolay yıllarımız geçti benzer mekânlarda. Yerin dibinde güneş görmez, ışık girmez bir oda. Portakal sandıklarından mamul kitaplıklar, kontraplak masalar. Camlarda perde rolü gören gazete kağıtlarıyla, yerde halı niyetine katlanmış koliler. Köşelere atılmış sünger yataklar, eriyip limelenmiş yaşlı battaniyeler. Kapı ardında gardırop niyetine kullanılan çiviler ve biri ocak, diğeri soba vazifesi gören iki piknik tüpü.
-Tüple ısınmak tehlikeli değil mi sence? Hem onun ısıttığından ne olsun ayol.
-Isıtacağından değil ya, maksat bir şeyler yansın odada. Uğultu filan çıkarsın.. Gençlik işte, bize de çay buharıyla ampul ısısı yeterdi bir zamanlar. Farkına bile varmazdık üşüdüğümüzün. Acısı şimdi şimdi çıkıyor.
-Şu bizim elektrikliyi ver istersen. Hiç değilse havalar yumuşasıya.
-Bak bu fena olmaz işte. Doğrusu iyi geldi aklına.
-Talebe evi tasvirlerin fena değildi. Bitti mi?
-Biter mi hiç. Lafımı böldün her zamanki gibi.
-İyi, iyi… Devam et hadi.
-İpten geçilmiyor evin içinde, üzerinde tahta mandallar. Bir köşede galvaniz kova ve naylon leğen, yanı başında yırtık deterjan kutusu.
-Ve iplerde sallanan rengârenk çoraplar, çizgili pijamalar.
-Eskidenmiş o, gençler eşofman giyiyor artık. Eee sonracığıma duvarlar resim doluydu tabii. Bir köşede hat işleri, diğer köşede Ferrari posterleri, sonra Kawasaki’ler. Karış boşluk yoktu.
-Niye acaba?
-Niye olacak, sıva çatlakları görünmesin diye. Duvarlar nemden sırılsıklamdı. Kumları dökülüyordu kireci göğermiş tavanların.
-Ha şu mesele.
-Nerede kalmıştık. Hah patates yemeği yapmış çocuklar. Bak aşçılıkları tartışılabilir. Belli ki su, soğan ve salçayı boca edip kaynatmışlar. Aceleleri vardı sanırım, zira bazı dilimlerin üstünde kabukları duruyordu hâlâ. Yanında memleket işi bir turşu, ama nefis bir şey. Üstüne de tahin helvası. Yemekleri allı güllü bir muşamba üzerine tenceresiyle koydular, giriştik çalakaşık.
-Ne de yersin ama.
-Havadan mı, muhabbetten mi bilinmez iyi yedim. Derken çaylarımız geldi. Bir konserve kutusunu şeker kavanozu yapmışlar, bir diğerini kül tablası. İlk bakışta ayrılmıyor.
-İyi karıştırmıyorlar.
-Ne fark eder yani. Külden temiz ne var?
-Bırak Allah aşkına.
-Allah aşkını, olur olmaz kullanma demiştim sana.
-Doğru. Tövbe, tövbe.
-Çaydanlık tencere dibi gibi, bardaklar leke tutmuş dem rengi.
-Neden ovmazlar peki?
-Umurlarındaydı sanki.
-Erkekleri anlayamıyorum. Boşvermişliğin böylesi ne bileyim…
-Bırak şu cici kız rollerini. Talebe asla mamur etmez evini.
-Ama niye?
-Çünkü derslerinden, okulundan, notlarından ve barındığı mekândan, kısacası kendisini o şehre, yani gurbete bağlayan unsurlardan nefret eder.
-Nefret mi dedin?
-Hatta daha ötesi. Tiksinir, iğrenir… Onun tek hedefi vardır: Bir an önce kurtulmak. Ancak.
-Ancak?
-Yıllar sonra gözünde tüter o günler. Burnunun direği sızlar acı acı. Arkadaşlığın en tatlısı öylesi gariphanelerde yaşanır çünkü. O günler unutulmaz… Unutulamaz!
-Görüyorum hislendirmiş seni.
-O günleri tekrar yaşamak için neler vermezdim ki.
-Enteresan.
-Bak ne diyeceğim sana. Bu sefer hiç yapmadığım bir şeyi yaptım, sipariş aldım. Bu çocuklar ev yemeğine hasretler malum. Özlediklerini tattıralım dedim onlara.
-İyi aklına gelmiş. Listeyi alayım efendim.
-Süleyman için yaprak sarma, Hüseyin için ıspanaklı börek, Ali için aşure.
-Başüstüne.
Ve sıvadım kollarımı hazırlandım, ilk planlı davetimize.

Annemden İşittiklerim - Rabia Akyüz
Türkiye Gazetesi Hanımeli Eki
20 Şubat 1994 Pazar

Burun farkı


Annem "Duyuyor musun?" dedi, "Latif bir koku var havada".
Ters ters bakıp, "Ya sabır" çektim.Hani latifin ne demek olduğunu bilmesek neyse. Kapı önündeki çöplerden sızan zifir renkli sular ekşi ekşi kokuyordu bir kere. Sonra bacalardan püsküren katran katran dumanlar bırakın genzi, göz yakıyordu. Rüzgâr kâh Haliç'ten lâğım usareleri taşıyordu, kâh caddeden egzoz rayihaları. Üstüne üstlük mektebin işgüzar hademesi çöpleri yakmış naylonla karışık pis bir lastik kokusu sarmıştı mahalleyi.
Annem şaşkınlığımı anladı sanırım. Gülerek "öylesi değil" dedi, "Bir duygu bu, bir his. Tarifi öyle güç ki"
- Bilmece gibisin bugün?
- Nasıl anlatsam sana, neşe mi desem, yoksa coşku mu?
- Ay anne! Çatlatma insanı. Açık konuş n'olursun.
- Ramazan kokusu kızım... Bu hava dünkünden değil, inan!
Bir evvelki nesilden ne kadar farklıyız. Benim bildiğim bürokratımız mevki, müteahhidimiz ihale, tüccarımız ise para kokusunu iyi alır... Sonra talebemiz not, futbolcumuz gol, politikacımız oy kokusunu. Ama iş mâneviyata gelince... Biliyorsunuz işte.
Ramazan kokusu ha! Bunu hissedebilmek için dört gözle beklemek lazım mübarek günleri. Hasretiyle yanıp, sevdası ile kavrulmak gerekli. Çok şükür ulaştık ulaşmasına da, Hakk aşıklarının kazandıkları elbette çok başka.
Annem o gün konuşturulmaya hayli müsait idi. Fırsatı kaçırmadım. Laf açacak laflar attım ortaya. "Bir programlık olsun malzeme çıkarsam kârdır" dedim hani.
Annem kitap gibi döktürdü maşaallah. Hoş zaten benzer satırlarla hemhal olduğunu biliyordum sabahtan beri. Kimbilir, belki de ezberledikleri.
"Ramazan ayında yapılan nafile ibadetler başka aylarda yapılan farzlar gibidir" diyerek girdi söze. Sordum:
- Ya farzlar?
- Bu ayda yapılan farzlar, diğer aylarda yapılan yetmiş farz gibidir.
- Büyük fırsat.
- Evet uyanık olmak lâzım. Gel bu ay gücümüz yettiğince ibadet edelim. Kur'an-ı Kerim okuyalım, zikr yapalım, sadaka verelim... Sonra ilim meclislerinde bulunalım.
- Ya namaz. Unuttun galiba.
- Unutur muyum hiç. Hele kaza borcu olanların boşa geçirecekleri tek dakikaları olmamalı. Yine bu ayda bir oruçluya iftar verenin günahları afv olur, cehennemden azad edilir. O oruçlunun sevabınca sevaba kavuşur.
- Mutfaktan çıkamayacağız desene.
- Öylesi şart değil. Âlemlerin Efendisi (sallallahü aleyhi ve sellem) "Bir hurma ile iftar verene de, yalnız su ile oruç açtırana da, biraz süt ikram edene de bu sevap verilecektir" müjdesini sunuyor bizlere.
- Aaaa ne güzel. Vakit girdiğinde sürahiyi alıp cami kapısına mı dikilsek?
- Dediğin bir kutu hurma ile de yapılabilir pekâlâ. Unutma bak, bunu hatırlatalım Faruk'a.
- Beni yemek sıkıntısı sardı şimdiden. Sahi ne pişirilir misafirlere?
- Her zaman neyi yiyorsan onu. Bir miktar sulu yemek ile bir tas pilav yeter gelenlere. Azıcık turşu ile fevkalade zenginleşir sofra. Eh altına çorbasını, üstüne tatlısını da ayarlayabilirsen aliyyulâlâ olur.
- Doğru. Bak, ben mükellef ziyafetlerde bunalmış sıkılmışımdır hep. Sofranın şaşaası daima ezmiştir beni. Ancak nedendir bilmem, mütevazi ikramları sıcak ve samimi bulurum. Sonra keten örtülü masalar yerine, sofra bezi üstüne kuruluveren siniler.
- Davetlileri fakir ve kimsesizlerden seçmeli bence.
Faruk atıldı:
- Talebeleri unutmayın.
İtiraz ettim:
- Onların neresi muhtaç ayol? Filinta gibi hepsi.
- Canım ihtiyaç meselesi değil bu. Onlar zengin dahi olsalar gariptirler. Talebenin halinden ben anlarım. Lüks kebapçılardan karnınızı doyurabilseniz bile, bir ev yemeğine hasretsinizdir yine. Bir tarhana çorbası burnunuzda tüter mesela. Talebelik değil mi, varsa yoksa yumurta, döndür dolaştır makarna.
Annem münakaşamızı duymadı bile. Devam etti:
- Yine Resulullah Efendimiz (Sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdular ki: "Bu ay sabır ayıdır, sabr edenin gideceği yer cennettir"
- Güler yüzlü ve tatlı dilli olacağız desene. Ne sövene aldıracağız, ne dövene. Hoş göreceğiz insanları.
- Bak güzel dedin bunu. Bu ayda ibadet ve hayırlı şeyler yapabilenlere bütün sene benzerlerini yapmak nasip olur. Bu aya saygısızlık yapanın bütün senesi günahla geçer.
- Tevekkeli değil "Ramazan nasıl geçerse, yıl öyle geçer" derlerdi eskiler.
- Bu ayda işverenlerin işçilerine müşvik davranmaları ve onları tahammüllerinin üstünde yormamaları hoş olur. Yine asker ocağında komutanların, yatılı mekteplerde muallilerin oruç tutanların sahurlarını düşünmeleri unutulmaz bir iyilik ve fevkalade incelik olur.
- Ya âşikâre oruç yiyenler..
- "Allah ıslah etsin" daha ne diyeyim?
- Mümini incitmemeye dikkat, bir insanlık icabıdır bence.
- En azından nezaket.
- Bak anne senin anladığın ramazanlar ile lanse edilmek istenenler arasında çok fark var.
- Nasıl yani?
- Ne bileyim, ramazan denince iç bayıltıcı sofralar, Karagöz-Hacivat oyunları, tombala partileri, direkler arasındaki çadır tiyatroları, def, dümbelek, zil ve nihayet cırtlak sesli Ermeni kantocular geliyor benim aklıma. Sonra sahur davulcuları filân.
- Baştakilere itirazımı biliyorsun. Ancak davulcuya tavır koyamayacağım bak.
- Niye?
- Davulcularla, pideciler bizim yapamadıklarımızı yapıyorlar. Ramazan-ı şerifi hatırlatıyorlar insanlara. Çocukluğumdaki ramazanlardan zihnimde sadece bu ikisi kaldı. Bir de şey...
- Ney?
- İftar topu... Yarabbi ne kadar severdim o sesi... Hele teravihler... Bazen erkeklere gıpta ediyorum. Her teravihi ayrı camide kılıp, 30 ayrı camide 30 ayrı hava soluyabilirler pekâlâ. Mesela babası taksa peşine Mustafa'yı dolaşsa keşke.
- Bırak anne o fingirdeği. Kıkırdayıp durur. Sinirini bozar cemaatin.
- Çocuk bu gülecek elbet. Bak bazı yaşlılar bilirim, kendi torunlarını getiremezler, ancak başkalarınınkini terbiyeye kalkarlar camide. Çoğu kez de kırıcı olurlar. Azarlayıp zedelerler onların billur dünyalarını. Korkarım izi kalır bu tatsızlığın, lekelenir berrak hafızaları. Söyleyin n'olur: Çocuklarımızı mescidden soğutmaya kimin hakkı var?
- Türbe ziyaretlerini unuttun anne.
- Sorma. Bir Muhammed Emin Tokadi efendiye, bir İbn-i Kemal Paşazade hazretlerine uğramalıyız mesela. Sonra Abdülfettah ve Murad-ı Münzâvi Kuddise sirruh'a.
- Yahya Efendi, Aziz Mahmud Hüdai, Sümbül ve Merkez efendiler...
- Hele Hırkayı Şerif'e gidilmeden geçirilecek bir Ramazan...
- Düşünemiyorsun bile, öyle değil mi?
- Öyle... Ya Sultan?
- Hangi sultan?
- İstanbul'umuzun mânevi sultanı. Halid bin Zeyd... Radıyallahü anh.
- Ve diğer sahabeler... Hani bu şehirde yaşadığıma seviniyorum bazen. Bu büyük komşular nimet be.
- Fark edebilene tabii, nasiplilere. Allahü teâlâ onların yüzü suyu hürmetine şu mübarek günlerden istifade nasip eylesin bizlere.
Yüzüme baktı "Amin desene kız!" gibilerinden. Bekletmedim onu fısıldadım "Amin!"

Annemden İşittiklerim - Rabia Akyüz
13 şubat 1994 Pazar
Türkiye Gazetesi'nin Hanımeli Eki

Bir “Havadandır” tutturmuş gidiyoruz


“Makarna kessek iyi olacak” dediğinde, karşı çıktım anneme. Makarna dediğin kaç kuruşluk şeydi ki. Renk renk, boy boy, şekil şekil dizilmişler vitrinlere. İnsan seçmeye şaşırıyor ayol. O eskidendi. Oturup yufka açar, kesip kuruturdu kadınlar. Hani üşenmezlerdi de.
Annem itirazlarımı sabırla dinledi. Sanırım böyle bir tepkiyi bekliyor olmalıydı benden. Şaşırmadı.
Yorgun bir sesle “Omuzlarım ağrıyordu da” gibi bir savunma yaptı sadece. Sataştım adeta.
-Canım ne alâkası var yani. Ev makarnasının omuz ağrılarına iyi geldiğini iddia etmeyeceksin herhalde.
-Aksine iddia ediyorum, fevkalade iyi gelir.
-Haydaaa!
-Biraz oklava sallayabilsem kan yürüyecek adalelerime, otura otura paslandık nicedir.
-Ha şu mesele.
-Bak salça da yapmadık bu sene.
-Amaaan anne o ezik domateslerle kim boğuşacak. Pazardan taşı, ez, tuzla, kaynat… hani ucuza da gelmiyor. Halbuki alıyorum bir yarım kiloluk, üç hafta yetiyor bana. Gelen liranın başına gelsin. Bizimkilerin astarı yüzünden pahalıya çıkıyor.
-Evet. Yine aynı mantıkla turşu da yapmadık. Öyle ya turşucu dibimizde zaten. Özenirsen yaptırırsın bir torbacık, körletirsin nefsini. Küplerle bidonlarla boğuşmazsın değil mi?
-İnan en doğrusunu söyledin anne.
-Eh tarhana için yorulmaya gerek yok. Ismarlayıverirsin köyden, geliverir anında.
-Hatta marketlerde hazırları var şimdi. Sadece su koyuyorsun tencerene poşettekini döküp iki fıkır aldırdın mı, oturtuyorsun sofraya… Hatta oralet gibi bardakla içilenleri bile çıktı. Kaynar suyun olsun yeter.
-Biliyorsun musun yufka da açmaz olduk nicedir.
-Doğrusunu istersen işgüzarlık olur, bu yufkacı bolluğunda. Üç ekmek parasına kurtarıyorsun tepsiyi. Kim uğraşsın oklavayla. Sanırım birkaç sene sonra kek ve pasta da yapmayacağız evlerde. Hatta yemek de pişirmeyecek, sadece sandviç yiyeceğiz belki de. Hem bakarsın onun da makinesi çıkar belli mi olur.
-Çıkar çıkar… Çıkmaz mı? Ekmek kızartmak ve yumurta pişirmek bile makinelere kaldıysa. Evet, bulaşık makinesi, çamaşır makinesi rahatlık, rahatlık olmasına da. Yorucu olan işçilik değil, işsizlik bence. Bak şu haline. Dünden ölmüş, bu güne kalmışsın sanki. Senin yaşındayken daha dinçtik biz. Ama çamaşırı leğende yıkar, kazan yakar, odun kırardık. Tarhana, sucuk, salça, bulgur, kuskus, makarna hazırlardık ki zahmetini biliyorsun onların. Ancak dinç ve sıhhatliydik. Bak geçen sene hatırlarsın arka bahçeye maydanoz ve taze soğan ekmiştim. “Maydanozun demedi kaç para?” deme şimdi bana. O iki kulaçlık yer iyi oyalıyordu bizi.
-Bu sene niye ekmedik sahi?
-“Amaaan anneee, işin mi yok” diyen, sen değil miydin?
-Demişimdir hem de.
-Neyse… Bak yine o yıllarda ter yüz ve yama işleri ciddi ciddi meşgul ediyordu bizi. Hoş o zamanlarda da çorap pahalı ve ulaşılmaz değildi. Ancak defalarca yamardık onları. Kullanırdık, eriyip tükenesiye. Çalıştıkça ışıldar, meşgale arardık koparırcasına. Bıkkınlık, bezginlik tanımazdık. Tahta ovar, badana yapardık. Nedendir bilinmez işlerimiz azaldıkça, çoğaldı yorgunluğumuz. Bir “Hımm” çektim… Elimi çeneme koyup kıstım gözlerimi, haklıydı be annem… Bayağı da haklıydı işte… Sabahları dayak yemiş gibi kalkıyor, uykuya doyamıyorum. Uyuşturucu kullanmış gibi sürüklüyorum terliklerimi. Aynada tanıyamıyorum kendimi. Hem kilo alıyorum, hem de çöküyor gözlerimin altı. Elbiselerim darlaştı, ama benzim sapsarı. Halsiz ve mecalsizim. Bir “Havadandır” tutturmuş gidiyoruz. Evet hava kirlendi, kirlenmesine, daha bir ağırlaştı kabul. Ya biz? Ağırlaşmadık mı yani? İşsiz kalmaktan değil, işten kaçmaktan yorulduk. Belki farkında bile değiliz, ama genç kızlığımızdan itibaren fotoromanlardaki konak dilberlerine diktik gözümüzü. Onları taklide kalktık şuursuzca. Aklımız standardı yüksek olanlara takıldı kaldı. Mermer basamaklı köşkler, hasbahçeler, havuzlar. Sonra halılar, avizeler. Derken uşaklar, dadılar, aşçılar. Zengin gardıroplar ve nadide mücevherler. Tabii en başta gözümüzün içine bakıp, salak serenatlar atan aklı kıt ama parası çok şapşalca bir koca.
Bakın annemin “arka bahçeye maydanoz ekme” teklifi fena değil. Bu hanımlık ayakları kurutacak bizi. Azıcık ırgatlık yapsam, kazma, çapa, kürek tutsam iyi gelecek kollarıma. Maydanoza değil kendime muhtacım ben. Adalelerime.
İçimden “Bu sefer kırmayacağım” dedim annemi. Hâlbuki rahatlıkla ekebilirdim onu. “Geçti artık, şimdi mevsimi değil” filan diyebilirdim pekâlâ.
“Tamam” dedim, “Dediğin gibi olsun. Efendiye söyleyelim tohum alsın biraz. Maydanoz, marul, tere… Ne denk gelirse”
Sonra ani bir kararla serdim sofra bezini, koydum tekneyi, tahtayı ortaya, boca ettim unu. Tam 40 yumurta kırıp hamurdan bir dağ yaptık. Mıncıklayıp yoğurduk koca kütleyi. İş oklavalara düştüğünde pespembe kesilmişti yüzümüz, ter tomurcuklanmıştı alınlarımızda. Annem neşeyle konuştu.
-Yumurta da bizim tavuklarınkiydi be, çifte sarılıydı her biri. Sarı ne kelime, çifte kırmızılı diyeyim de anlayın size.
Bunun ardından gelecek cümleleri tahmin edebiliyordum. Bahçedeki metruk kümesi şenlendirmekten dem vuracaktı garanti. Çiçeklerin mahvolması bir yana, pislikten geçilmeyecekti taşlık. O eskidenmiş, en yakın ev 50 metre ötedeymiş zamanında. Ama ya şimdi? Makarnaya tamam, ama kümese “ıhh!”
Duymazlıktan geldim annemin mevzuya girişini. Hatta “Yahu n’olacak şu Ayla’nın düğün işi” gibi alâkasız bir cümleyle dağıttım dikkatini. Sonra öyle bir Ayla muhabbeti sardırdım ki kümes gelmedi bile aklına.
Çok zaman tutar bu numaram… Yine tuttu.
İşi bileceksiniz.

Annemden İşittiklerim - Rabia Akyüz
Türkiye Gazetesi Hanımeli Eki
6 Şubat 1994 Pazar
 

2009 ·Vefâ Arşivi by TNB