Şiir

Şiir
Ben Osmanlıyım

Okudum Not Aldım

Okudum Not Aldım
Hayatta İki Şey

Türkçe... (Mi?)

Türkçe... (Mi?)
Tehlike...

Okudum Not Aldım

Okudum Not Aldım
Ne Çıkar Ateşböceği Sansalar Bizi…

Hâlâ oralardayız

27 Nisan 2010 Salı

Bir temmuz günüymüş. Hava kurşun gibi ağırmış, fırın kadar sıcak. Bir tek yaprak bile sallanmıyor, hararet ben buradayım diyormuş. Kahramanımız işsiz güçsüzmüş. Semtini bir uçtan öte uca kolaçan etmiş birilerine takılıp mavra kesmeye kalkmış. Ama nedense o gün sinirleri tepesindeymiş muhataplarının. Dinlemeye bile tenezzül etmeden def etmişler başlarından. Güneş beynine geçip de gözünün önünde kelebekler uçuşmaya başlayınca bir elma ağacının gölgesine uzanmış. Yumruğunu sıkıp kimsenin duyamayacağı bir sesle mırıldanmış “Ben bir kâşifim!.. Büyük bir kâşif!” sonra eklemiş dişlerini gıcırdatarak “Ama insanlar anlamıyorlar beni” işin enteresan yanı at sinekleri de anlamıyorlarmış onu. Etrafında fır dönüp bozuyorlarmış moralini. Olacak bu ya “pat” diye bir elma düşmüş ağaçtan kahramanımızın kafasına. Önce sıkı bir tekme atmış ona. Sonra “Hımmmm… Durun bakayım” diye fısıldamış. Hani o çizgi filmlerdeki ampullerden yanmış beyninde ve hemen oracıkta yerçekimi kanununu tespit edip, demirin yoğunluğunun pamuktan çok (!) olduğunu ilan etmiş. Eeee şey söylemeyi unuttum garibanın adı Newton’muş galiba.
Diğeri pislik adamın tekiymiş. Yanında durulmuyormuş kokudan. Bit nakli yapıyormuş yanında oturduğuna. Şikâyetler artınca vali “Tiz şu herif yıkana” demiş. Yaka paça sürükleyip hamama sokmuşlar. Gelgelelim adamda banyo kültürü yokmuş ki. Hareketleri acemiceymiş. Neticede sabunla, tası havuza düşürmüş. Sabun elbet dibi boylamış, tas yüzmeye başlamış. Bizimki muhafızlarının elinden kurtulup, çırılçıplak fırlamış çarşıya. Gırtlaklanıyormuşcasına bağırmış: “Euroka!... Euroka!” (Buldum… Buldum!) kendisine şaşkın şaşkın bakan kalabalığa şıppadanak suyun kaldırma kuvvetini açıklamış. Sanki bilinmeyen bir şeymiş gibi. Vali matrak adammış. Gırgır olsun diye katipler yollamış ona ve Kanunları (!) zapta geçirtmiş. Anladınız sanırım Arşimed’den bahsediyoruz…
***
Misalleri çoğaltmak mümkün. Biz tahsil hayatımız boyunca benzerlerini okuduk. Batılı öylesine ustaca ambalajlanıp sunuldu ki önümüze. İtirazı düşünemedik bile.
Halbuki çiçek aşısını Pastör’den asırlarca evvel Türklerin uyguladığını. Macellan ve Kopernik’in ifadede güçlük çektiği şeyleri İslam dünyasında çocukların bildiğini hep sakladılar bizden. Kısaca özetlersek, aynalarda ışık yansımalarını Muhammed İbn-i Heysem, dolaşım ve solunum sistemini Ali bin Ebilhazm bugünkü manada şematize etmiştir. Endülüslü Abdurrahman Kirmani ve Bağdatlı Muhammed bin Zekeriyya Razi mükemmel cerrahlardır. Onların yaptıkları göz ameliyatlarına günümüz hekimleri dahi hayranlık duymaktadır. Yine Musa bin Şakir’in oğulları Ahmed ile Muhammed, Sincar sahrasında yerküremizin çapını ve güneşin irtifaını hatasız denecek netlikte ölçmeyi başarmışlardır. Pîrî Reis’in çizdiği haritalardaki detaylara ancak uydu fotoğrafları ile ulaşılabilmiştir. Cabir bin Hayya cebir ve kimyanın babasıdır. Molla Kudsi’nin Esrar-ı Melekût adlı eseri astronomi ilmine ivme katmıştır. Diş hekimliğindeki günümüz tedavi metodlarının tamamı el Zahravi tarafından uygulanmıştır. Dahası mimaride tabuları yıkan Sinan’lar yetiştirmiş, ilk roket ve ilk denizaltıyı imal etmişizdir. Ama nedendir bilinmez görmeyiz bunları. Dönüp dururuz Darwin-Freud ekseninde.
Çocuklarımın ders kitaplarına bakıyorum da bir karış ilerleme göremiyorum. Hâlâ aynı teraneler. 30 yıl evvelki hikâyeler.
Bize nasıl ezberletmişler ki aradan geçen onca yıla rağmen unutamadım Astrogotları, Anglosaksonları, Anglo olmayan Saksonları, Cermenleri, Frankları.
Yunan krallarını, Mısır firavunlarını, Roma imparatorlarını..
Afrodit’in eniştesini, Sezar’ın yengesini, Kleopatra’nın şeceresini ve Şubbilulima’nın hayat hikâyesini…
Etiler, Hititler, Asurlar, Babil’de asma masalları…
Sart, İnka, Hind ve Çin medeniyetleri…
Kapadokya, Antiokya, İonya, Truva diye tanıtılan Anadolu.
Kontlar, dükler, voyvodalar, tekfurlar, nemrutlar, çarlar…
Madde madde Fransız ihtilali, satır satır Luther…
Şekspir, Goethe ve Molyer. Zorla ezberletilen Homeros destanı.
Üstüne kara çizgiler çekilen Uluğ Beyler, Ali Kuşçular…
Öcü sultanlar, uzun uzun kavaklar.
Kertenkelenin solunumu, kurbağanın sindirimi.
Kitaplarımızın yetersiz kaldığı ribo ve deoksiribonükleik asidler. Bırakın anlatmayı, hocalarımızın da anladığından şüphelenegeldiğim ATP sentezi. Başımızı döndüren siklüsler.
“Şimdi okullu olduk” basitliği, “Ali Baba’nın Çiftliğinde” boğazlanan estetik. “Orda bir köy var uzakta” hayalleriyle uzaklaştığımız hakikat.
Sonra simit parasına hesap makinesi satılan günümüzde işlemlerle tüketilen koca bir ömür. Yetmedi sağlamalar. Limitin, türevin, entegralin ve logaritma cetvellerinin nerelerde kullanıldığını merak eder dururum hâlâ. Bunlarla ilgili bize tek problem çözdürülmedi meselâ.
Diyeceksiniz ki: Hayrola?.. Yine niye yağdın gürledin?
Anlatayım efendim. Geçen yolum düştü, Milli (!) Eğitim Bakanlığımızın mağazalarından birine. Rafları karıştırdım şöyle bir.
Bakın 93 yılında basılan kataloga göre (94’de basılmadığını söylediler ki hâlâ geçerli) bazı kitapların fiyatlarını yazacağım size:
Alkibiades 667 lira.
Hiparkhos ve Kleitophon 667 lira.
Kharmides 952 lira.
Kritias 476 lira.
Lakhes 619 lira.
Meneksenos 476 lira.
Organon (5 cild) 762 liradan başlayan fiyatlarla.
Theages 476 lira.
Ve üç aşağı beş yukarı aynı paralarla Euthydemos’u, Kratylas’ı, Phaidros’u, Philebos’u, Protogoras’ı, Phaidon’u, Timçios ve Theatetos’u satın alabilirsiniz. Bunlar sadece Eflatun serisi. Aristoteles, Fenolan ve Aisopos’un eserlerini de yazmaya kalksam sayfa tükenecek.
Kitapların baskıları baskı, kâğıtları kâğıt, ciltleri de cilt hani. Bir gazetenin 10.000 liraya satıldığı devrimizde çekirdek parası. Diyeceksiniz hizmet olsun. İyi de gözüm, bir “Türk Edebiyatından Seçmeler” kitabını almak isterseniz “Theagas’ın 49.54 mislini” ödemek zorundasınız. Yine Sadi’nin Bostan ve Gülistanı “64.42 çarpı Meneksenos” fiyatına arzediliyor. Firdevsi’nin Şehnamesi’nin fiyatı ise “55 buçuk kere Kritias”…
Hizmet olduğu aşikâr da… Kime acaba?
Yunan klasiği satabilmek (dağıtmak tabiri daha uygun) için gösterilen gayretin sebebini inanın çözebilmiş değilim.
Hani bunlara karşılık kazanılmış zaferler, alınmış tavizler olur, aklım erer. Mesela kıta sahanlığı meselesi mi çözüldü, patrikhane kangreni mi ıslah edildi. Kıbrıslı ve Batı Trakyalı kardeşlerimizin hakları mı arandı? Yoksa Yunan Eğitim Bakanlığı aynı fiyatlardan Yunus Emre ve Mevlana’nın eserlerini mi yayınladı?
Haksızlık etmeyeyim. Böylesi bir hizmetin ardından Yunanlı monşerler mutlaka özür dileyecek. Papandreu illaki hizaya gelecektir.
Bakın ne diyorum Milli Eğitim Sırp klasiklerini de yayınlasın n’olur.
Şey için canım… Bosna’nın selâmeti için (!)

Annemden İşittiklerim - Rabia Akyüz
Türkiye Gazetesi Hanımeli Eki
3 Nisan 1994 Pazar

Sarıyer’de iki Kuveytli

Hatırlayacaksınız birkaç yıl evvel bir Arab furyasıdır sarmıştı Sarıyer’i. Ücretler yüz güldürünce halk oturduğu evi kiraya vermiş, kendisi sığınmıştı bir yerlere.
İşte o curcunalı günlerde komisyoncular adeta ablukaya almışlar yengemi. Önceleri “Asla!” deyip tavır koymuş, ancak yalelli sadaları sokağı sarınca “acabalar” uçuşmaya başlamış kafasında. Bir kere konu komşu kalmamış ortalıkta. Sümeyye ip atlıyor, Zeyd ile Faysal saklambaç oynuyormuş. Bakkala yollayacak bildik çocuk bulamıyormuş garibim.
Bize gelip istişare ettiğinde “Fena mı olur yani” demiştik, “Hem üç beş kuruş para görür elin, hem de misafirimiz olursun sevindirirsin çocukları”
Bükmüş boynunu, “Peki madem” demiş, eklemişti: “Yalnız ara sıra gidip evime göz kulak olacaksınız! Tamam mı?”
***
Hızla giriştik işe. Dantelleri, fincanları, sarkaçlı saati kısacası antika eşyaları çekiverdik sandık odasına, kilitleyiverdik üstünü. Ortalıkta döşek, yatak, dolap, tabak, tava, bardak cinsinden lüzumlu parçaları bıraktık sadece.
Komisyoncu çok bekletmedi bizi. Sanırım hemen ertesi gün aradı ve Faruk efendi gidip teslim etti evi.
Dönüşünde önünü kesip sorularla bunalttık onu. Ancak rahattı. Faydalı bir iş yapmış insanların huzuru ile “Bundan iyisi can sağlığı” demişti, “Koyverin otursunlar, gönüllerince” kenara çekip sıkıştırdım:
- Yani bir görüşte verdin di mi notunu. Şıppadanak.
- Sen benim adam sarrafı olduğumu bilmiyor musun?
- Enkaz bırakıp kaçarlarsa yerim bak başının etini. Bilmiş ol!
- Asla! Ben insanı gözünden tanırım. Bugüne kadar bir kere yanıldım, o da seni alırken.
- Şakanın sırası değil. Yengemin nasıl titiz olduğunu bilirsin. Eve bir şey olursa nüzül iner maazallah.
- Tamam be gülüm, “siz bana bırakın” dedim ya.
- Göreceğiz bakalım.
- Göreceksiniz.
Beni çok heyecanlandırdı bu iş. Bir gün “Merak ettim şunları” dedim, “Yemeğe çağırsak yakışır mı acaba?”
Annem destek verdi. “Neden yakışmasın. Hem, taaa dünyanın öte ucundan gelmişler, lokmamız nasip olsun.”
Davet işi yine bizim efendiye düştü. İyi karşılamışlar onu. Nezaketine teşekkür etmişler. Hatta balkonda kahve ikram edip sohbeti koyultmuşlar. Müstehzi bir ifadeyle takıldım: “Sorması ayıp ama, nece konuştunuz?”
- Canım tabii ki Arabça.
- Sen Arabcadan ne anlarsın ayol.
- Aaaa… Ayıp ettin ama.
- Konuş bakalım.
- Hangi mevzuda.
- Canım uydur bir şeyler. Çarşıya çıktım, gazete aldım, yemek yedim, namaz kılmak için mescid aradım filan de.
- Pekâlâ… Harecel beyti, çevirdim bir seyyare, sonracığıma ay teyk a nivspeypır.
- İngilizce olmadı mı biraz?
- Ene aldı ceride, el takib-ul havadis-i malumat, yani yarı resmi el ahram.. E badehu ay em hangri veddahale kebbabçı. Türkiş taam leziz-ül latif mâlum. Ene hubb-u İbn-i Hacıbozan. Malumat aliyyül ala ve kalite-i muazzam. Ancak mafi bende çok fulus. Sonracığıma bir de baktım zaman daralmış, etrafta cami yok.
- Türkçe yok demiştik.
- Eyvah! Vakit mahdut, abdest mevcut, lâkin mescid meçhul.
- Aşkolsun valla.
- Şükran kesiran. Arab - Türk kardeş, ihvanüddin yani. İş, iş iştigal, dalmış gidiyoruz. Eddünya ciyfe. Rabbim mağfiret. İnşaallah… Hüsn-ü hatime cümlemize. Elhamdülillah muhabbet kuveys… Halas!
- Bunların çoğu Türkçe ayol. Demek ki bir nesil evvelkiler fevkalade anlaşabilirlermiş desene.
- Ki bunlara el kol hareketlerimi ve mimiklerimi de ilave ettiğimi düşün. Mafi müşgül.
- Tamam inanıyorum sana. Tarzancanı bilirim.
***
O gün fahri turizm elçileri kesildik. Türk mutfağını tanıtmak gibi bir gayretin içine girdik. Sarmalar, dolmalar, börekler hazırladık, turşu çıkardık, helva kavurduk. Sonra hocanımın büyük kızını, Kübra’yı çağırdık ki onun Arabcası gerçekten mükemmeldir.
Neyse uzatmayayım.. Bizim bey gidip getirdi misafirleri. Erkekler çekildiler odalarına. Biz kadıncağızı buyur ettik. Kara kaşlı, kara gözlü sade fakat güzel bir hanımdı. Mütesettirdi. Yaşları 2 ila 5 arasında değişen üç çocuğu vardı. Yaser, Cafer ve Aişe. Kıvırcık saçlı ve sürmeli, badem gözlüydüler. Şeker şeylerdiler. Bizim Mustafa içinden geldiği gibi konuşmuş ve sütlü çikolataya benzetmişti onları. Gözümüzü dikmiş bakıyorduk Kübra’ya. Hani “Ne duruyorsun, konuştur şunları” gibilerden.
Kadıncağız önceleri tutuktu. Daha doğrusu konuşup konuşmamakta mütereddit. Ancak açıldı zamanla ve takibi güç bir süratle dizdi cümleleri. Makineli tüfek gibi peş peşe.
İstanbul bir hayal şehriymiş onlar için. Kutsal bir beldeymiş adeta. Güya Osmanlı’yı soluyacaklarmış bu iklimde. Türklerden çok şey bekliyorlarmış. Biz uyanışın, silkinişin öncüleri olacak ve katacakmışız onları peşimize. Batıya endeksli şeyhler ve emirlerle bir yere varılamayacağını biliyorlarmış zaten. Ancak bu seyahat tam bir sükûtu hayal olmuş. Aradıklarını bulamamışlar. Fena bozulmuş moralleri. “Halid bin Zeyd’in komşuları böyle olmamalıydı” demişler kahırlanarak.
Yutkunup durduk. “Haksızsın!” diyemedik. Hoş İstanbul, Boğaz, Beyoğlu ve Laleli’den ibaret değil amma. Şimdi nasıl anlatırsınız bunu.
Annemin gönlü böylesi meclislerin boşa dağılmasına razı olmaz. Neticede misafire bir Tebareke okuttu, benim kızla Kübra’ya ise Yasin-i Şerif. Kadıncağız hayran oldu bizimkilerin tilavetlerine. Memnuniyetini dile getirecek kelime bulamadı. Bu kadarını beklemiyormuş anlaşılan.
***
Çok kalmadılar. Takriben 15 gün sonra ayrıldılar İstanbul’dan. Hemen ertesi gün komisyoncu buldu bizi. Yengemin avucuna hatırı sayılır miktarda dolar bırakırken ekledi: “Bir aile daha var. Uygun görürseniz eğer…”
Kadıncağız düşünemedi bile. “Evet” deyiverdi alelacele. Ancak birkaç gün sonra, sanırım bir kurt düştü içine. “Faruğa söyleyiverin de bir baksın n’olur” demeye başladı. Bizimkine danışmadan verdiğine pişmandı sanki evi.
Efendi kırmadı. İşinin çokluğuna rağmen uzandı Sarıyer’e. O akşam geç geldi. Beni mutfağa çekti. Suratından düşen bin parçaydı. “Az tamah, çok ziyan” diye girdi söze. Sordum:
- Hayrola?
- Ev perişan. Bir curcuna kopuyor ki sormayın.
- Nasıl yani?
- Kadın, erkek karmakarışık. Çocuklar alt alta, üst üste.
- Deme.
- Nereden buldunuz o özenti tipleri. Çarşafını sıyıran blucin giymiş. Dudaklar stop lambası gibi. Cart kırmızı rujlar yanıp sönüyor suratlarının ortasında. Allar, pullar, morlar.
- Amaaan ne halleri varsa görsünler. Evi kırıp dökmesinler de.
- Haa oraya geleyim. Salonun ortasına mangal kurmuş balık pişiriyor, yatağın üstünde karpuz kesiyorlar.
- Altında tepsi filan?
- Ne gezeeeer. Çocukların bir elleri çikolatada bir elleri perdelerde. Heladan çıktıkları terliklerle yürüyorlar halıların üstünde. Yerler kültablası.
- Duymasın, yüreğine iner yengemin.
- Görse daha mı iyi?
- Aman belli etme n’olur. Gidip bir ara paklarız çaktırmadan.
- Herifler hallerinden de memnun değiller ha. Efendim güneş enerjili ısıtma sistemi ve kliması neden yokmuş bu evin. Sonra garajı olsa iyiymiş. İlkelmişiz, iptidai imişiz. Böyle olacağını bilseler gelmezlermiş.
- Sanki davet ettik onları.
- Bakkalda Hindistancevizli peynir bile bulamamışlar. Halbuki Kuveyt’te yüz çeşit peynir olurmuş marketlerde. Belçika, Danimarka, Hollanda, onlara çalışırmış.
- Zehir yiyesiciler.
- Sus kadın. Günaha girme.
-Tövbe, tövbe.
***
Yengeme belli etmedik vaziyeti. Çıktıklarını haber alınca gizlice uzandık Sarıyer’e. Ev beklediğimden berbattı. Yarısı ısırılmış gofretler, çürümüş meyveler, sağa sola atılmış kuru yemişler, ezilmiş bisküiler, çok azı kullanılmış parfümler, kremler, after shaveler. Dolu dolu şampuanlar ve kirlendiği için atılıvermiş çamaşırlar. Mecmualar, poşetler, kutular…
Akşama kadar zor pakladık evi. Bir el arabası çöp attık. Eh sonra ilk işimiz bir badanacı sormak oldu tabii.
Annem “Demek ki” dedi, “Fertlere bakıp, hüküm vermek yanlış milletler hakkında. Ne hepsi mükemmel, ne de hepsi mikrop!” Sonra açtı ellerini fısıldadı: “Rabbim fırsat versin iyilere!”

Annemden İşittiklerim - Rabia Akyüz
Türkiye Gazetesi Hanımeli Eki
27 Mart 1994 Pazar

Sevinmeli mi, üzülmeli mi?

26 Nisan 2010 Pazartesi


Kitap fuarları iyi girdi hayatımıza. Ramazan-ı şerif oldumu özlüyoruz Sultanahmed’in avlusunu.
Stantlardan taşan zenginliğe bakıp da sevinmemek elde mi? “Ben öğrenmek istiyorum” diyen için, çok şükür her imkân mevcut günümüzde.
Sultanahmet tek parti zorlamalarında pilot cami olarak seçilmişti hatırlayacaksınız. İlk Türkçe ezan onun bestekâr (!) müezzini tarafından okunmuştu ne yazık ki. Malum beyler bekledikleri tepkiyi görmeyince cüretkâr kesilmişler, kaşla göz arasında Türkçe hutbeyi oturtmuşlar, ardından Türkçe namaza zorlamaya yeltenmişlerdi. Demokrat Parti iktidarı ile ezanımıza kavuştuk şükürler olsun, ancak Türkçe hutbe bidatini yuttuk nasılsa. Bu saatten sonra aslına dönelim deseniz tepki alırsınız. Zira ara nesiller böylesini gördüler sadece. Yetişemediler ki hakikisine.
İşte aynı caminin avlusu uyanışlara, kımıldanışlara vesile oluyor günümüzde.
Hattatlar, esansçılar, hurmacılar, kasetçiler… Böylesine kitap fuarı demek uygun mu bilmem. Bana festival, panayır arası hisler tattırır hep. Cicili bicili giyinmiş çocuklar, genç kızlar, delikanlılar…
Ziyaretçilerin ekserisi ailelerdir ve bu insanlar kitap temininden ziyade o hasretini çektikleri atmosferi solumaya gelmişlerdir. Eh arada üç beş şey satın alırlar tabii.
Babaları gayretkeş görürüm. Çocuklarına zoraki kitap beğendirmeye çalışırlar. “Biz okuyamadık, onlar okusun” ifadesi hâkimdir hareketlerine… Bükük boyunlu ve eziktirler.
Ramazan münasebetiyle Bursa, İzmit ve Adapazarı akar İstanbul’a. Otobüslerle yola çıkan bu gruplar başta Eyüb Sultan ve Hırka-ı Şerif olmak üzere camileri, türbeleri gezerler. Ancak nedendir bilinmez iftar vakti Sultanahmed’in avlusunda bulunmaya özen gösterirler. Çıkınlar açılır, azıklar dökülür ortaya. Dil peynirleri, sele zeytinleri, zeytinyağlı dolmalar, köfteler, börekler…
Tanıdığını tanımadığını sofrasına buyur eden bu insanlar turistleri ayırmazlar yerlilerden. Hurma ve lokma ikram ederler onlara. Öz babasına çay ısmarlamayan Avrupalı şaşırır elbet. Zira Müslüman dendi mi sadece yumrukları havada militanlar gelir onun aklına. Kendisine gülümseyen pembe yaneklı bir çocuk, edebiyle farkı fark edilen tesettürlü kızlarımız, gözü yerde delikanlılar, pamuk sakallı dedeler, ak tülbentli nineler. Yüzlerindeki nuru görür elbet. Bunlardan kendisine bir zarar gelmeyeceğine inanır en azından.
Mimarideki zirvelerin, zirve insanların eseri olabileceğini anlar ve o gözle bakar Mavi Camiye.
Kitap fuarı ile Sultanahmet neşe bulur. Benzerlerinin ıssızlığa terk edildiği saatlerde o cıvıl cıvıldır. Buluşma, konuşma, dertleşme ve istişare yeridir. Kısacası hayatın içindedir. Bakın ben çocuk viyaklamasına pek tahammül edemem. Çığlık çığlığa yırtınmaya görsünler, diken diken olur tüylerim. Ne edilip edilmeli susturulmalıdır derhal. Kucaksa kucak, mamaysa mama. Ancak Sultanahmet avlusundaki insanlar öyle sevimli, ama öyle sevimli gelirler ki bana. Tepinen veledleri bile dinlerim şiir hazzıyla.
Çocukluğumuzda bu cenahta böylesi resimli hikâyeler, serüvenler yayınlanmamıştı. Roman açlığımı doyuramamıştım mesela. Bizim zamanımızda Yavuz Bahadıroğlu, Yılmaz Boyunağa ve Hekimoğlu İsmail’i hatırlıyorum sadece. Eserlerini defaatle okumuş, başka yok mu demiştim hasretle. Bugün onlar gibi yüzlercesi sarılmış kaleme. Yaman kırmışlar kabuklarını.
Günümüz Müslümanları hamleci ve liderler. Birçok sahada öncülük ediyorlar milletimize. Mesela hızlı okuma kursları ile büyük ivme kazandırıyorlar kitap kurtlarına.
Yine sesli ve görüntülü yayınlar da çağ atladılar. Video ve teyblerini kullanmayı biliyorlar artık. Sayısız radyo istasyonuna sahipler. “Ah bir de televizyonumuz olaydı” sızlanmalarına ise TGRT son verdi, Allah razı olsun.
Dikkatimi çekti, insanlarımız kendilerine lazım olanı iyi seçiyorlar. Öncelikle itikatlarını koruma çabasındalar. Sonra kendi hayatları ve problemleriyle ilgili kitaplara ağırlık veriyorlar ki, bu ilmihâle olan talebi getiriyor gündeme.
İtiraf edeyim. Bakın ben kitap fuarına niçin giderim. Bunca yıldır bayram ziyaretlerine şeker taşıdım. En az yirmi kapı çalar bir çuval şeker bırakırım dostlara. Üç aşağı, beş yukarı aynı miktarda şeker gelir benim evime. Çocukların bağırsakları bozulur atıştırmaktan.
Birkaç sene evvel bizim efendi “Hediyeye tamam da, niye illa şeker” diyerek açtı gözümü. Öyle ya insanların İslâmi ilimlere şekerden daha az mı ihtiyacı vardı? Ona göre “Şeker” değil “Ramazan” dı bayramın adı.
O sene korka korka denedik, “Eski köye yeni âdeti!” ancak beklediğimizin aksine fevkalade ilgi gördük.
Damla yayınlarından aldığımız “Kur’ân-ı Kerim öğreniyorum” seti mahcup etmemişti bizi. İkinci gidişimizde şakır şakır okuyor bulduk Zehra’nın kızını.
Yine Hayrat Vakfından aldığımız Kur’ân-ı Kerimleri kime verdiysek daha fazla okumak için gayret içinde olduklarını gördük. Hiç niyeti olmayanlar hatim indirdiler. Mübareğin hattı öyle ferah, okunuşu öyle kolay ki.
Bir yeni anneye ninni kaseti vermiştim. Hani o ilahilerle bezenmiş olanından. Annesi “Bunları nereden öğrendin?” demiş şaşkınlıkla. Meğer yıllardır bu nağmelere hasretmiş kadıncağızın kulağı. Düşünün bir kaset nineyi hatırlatıyor nineye… Yine kaset verdiğim evlerin çocuklarından bir kısmı Deli Balta olmuş, bir kısmı Şeyh Şamil. Nara patlatıyorlarmış nara üstüne.
Ama beni en çok şaşırtanı Ayla oldu. Hatırlayacaksınız size sıkça bahsetmiştim, o lafını esirgemeyen belalımdan. Geçen bayram Tam İlmihâl’i sıkıştırmıştım kolumun altına, dalga geçmesin diye sarmış sarmalamış korka korka bırakmıştım bir köşeciğe. Tabii ki çıkışta. Zira onun huyudur. “Ne getirdin kız?” deyip “cart” diye yırtar paketi ve bir kusur bulur mutlaka. Korkunç bir zevk alır beni kızdırmaktan. Görünüşte geçinemeyiz ama ne ben onsuz olabilirim, ne de o bensiz.
Ertesi sabah elinde kitap dayandı kapıma. “Aşkolsun!” dedi, “Teessüf ederim!”… Mahcup mahcup sordum “Hayrola?”
Neymiş efendim, madem böyle bir kitabın mevcudiyetinden haberim varmış da şimdiye kadar niye vermemişim ona. Ben onun ilmihâle olan ihtiyacını biliyormuşum da aldırmıyormuşum hinliğimden. Hep kendimi düşünüyormuşum, bencilmişim, kıskançmışım. Boşa geçen günlerinin vebali banaymış…

Annemden İşittiklerim - Rabia Akyüz
Türkiye Gazetesi Hanımeli Eki
20 Mart 1994 Pazar

Nerde o eski bayramlar


Adettendir. Yaşlıları bulup konuşturur televizyonlar. Eski bayramları dinlemek isterler ihtiyarlardan.
Nedense cevaplar hep “atlıkarınca ekseninde” döner. Lafı dolaştırıp dolaştırıp direkler arasına getirirler. Efendim faytonlar, maytaplar, dönme dolaplar, kantocular… Sonra def, dümbelek, zil, elmalı şeker, macun, koz helva…
***
Arefe günü bir şeyler yapalım demiştik. Revani filan. Hoş baklava açacak değiliz ya. Telâşe arasında Elif aynı soruyu sordu ninesine.
Annem kısa bir “neresinden başlasam” tereddüdünün akabinden girdi söze:
- Bayram telaşesi bir hafta evvelinden sarardı bizi. Tel fırçalarla ova ova ağartırdık ahşapları. Perdeleri yıkar, halıları çırpardık. Babam kapıyı çalabilecekler için bakır kuruşları ve akide şekerlerini tedariklerdi. Postacının, çöpçünün, sütçünün ve davulcunun bahşişlerini ayırırdı bir kenara. Bize hakkı geçenlerle helalleşmek için fırsat bilirdi mübarek günü.
- Bayramlık alır mıydı sizlere?
- Bak o zamanlar böylesine bol ve çeşitli giyinemezdik. Ancak fevkalade günler için kenarda bir şeylerimiz dururdu yine de.
- Fevkalade günler?
- Kandiller, ziyafetler, ziyaretler, bayramlar…
- Anlıyorum.
- Bayram sabahı tekbir sesleri ile uyanırdım. Sabahın seherinde camilere akardı kalabalıklar. Babamın mescidden dönmesini beklerdik hasretle. Neşeli bir kahvaltının ardından düşerdik yollara.
- Nereye?
- Önce mezarlığa. Babam dirilerden ziyade ölülerle anlaşırdı. Bazı kabirlerle dostluk peydahlamıştı. Mezar taşlarını boynu bükük gariplere benzetirdi, hani bir Fatiha için yalvaran. Halleşip, dertleşirdi onlarla. Bazı kabirlerin ise yanından düğme ilikleyerek geçer, şefaat için yalvarırdı içli içli. “Bir gün biz de unutulacağız” derdi kahırlanarak. Ben üstüme alır, alınırdım. Rahmetli gülerdi sadece… M eğer haklıymış!
- Sonra?
- Kabir ziyaretinin ardından kapısı çalınmayanları dolaşırdı.
- Nasıl yani?
- Bir Abdullah efendisi vardı mesela. Cennetmekân Abdülhamid Han’ın kâtibi imiş zamanında. Beylerbeyi’nin ara sokaklarında kendisi gibi bükük belli bir viranede otururdu. Öylesine rüzgârlarla dahi tahtaları gıcırdar, olukları tıngırdardı evin. Ahşapları çürümüştü iyiden iyiye. Babam asker gibi dururdu onun yanında. Abdullah efendinin okuduklarını vecd ile dinler, saat sarkacı gibi sallanırdı ileri geri. Okunanın Mektûbât ve Reşahat, mevzunun Silsile-i Aliyye olduğunu biliyordum bilmesine de, dikkatimi teksif edemiyordum anlatılanlara. Duvarda asılı kılıcın sedef kabzası daha ziyade ilgilendiriyordu beni. Çocukluk işte. O sohbetlerde ne hazineler gizliymiş meğer. Sonra bir Halime teyzesi vardı annemin. Çocukları hayırsız çıkmıştı. Kapısını çalmıyorlardı kadının. Fakir değildi belki, ama yalnızdı. Buna rağmen şikâyet etmezdi halinden. Tam bir Osmanlı hanımefendisiydi o. Onu ve evini çok severdik. Zira koşup, oynamak serbestti bu çatı altında. Annem ne zaman kaşı gözüyle bize uslu olmamızı ihtar etse, o erken davranır “Sakın ha!” derdi. “Bırak çocukları, bozma neşelerini. Ben o çığlıklara hasretim. Koyver şenlensin evim”
- Ne kadınmış ama.
- Çıkarken paketler tutuştururdu ellerimize. Mendil, çorap, esans filan olurdu içlerinde. Yetmez, avucumuza para sıkıştırır. Keçiboynuzu, iğde, çifte kavrulmuş lokum, nohut ve pestil cabası.
- Bak seen.
- Eyyüb Sultanı ziyaretten sonra Balat’a uğrardık.
- Bir garib de orada var anlaşılan.
- Hem ne garip. Rumların çoğunlukta olduğu dar ve kasvetli bir sokakta merdivenle yerin dibine inilen mahzen bozması bir izbede oturuyordu Hatice.
- Hatice teyze!
- Yoo sadece Hatice. O benim yaşımdaydı. Belki bir yaş büyük. Annesini son kardeşini dünyaya getirirken kaybetmişti. Biri kundakta üç yavru ile uğraşıyordu zavallım. Onun yanında bebek gibi hissediyordum kendimi.
- Niye?
- O öylesine olgundu ki.
- Üç çocuğun mesuliyeti kolay değil elbet.
- Doğru bu yük olanca ağırlığı ile çökmüştü omuzlarına. Yaşlı kadınlar gibi sabr ediyordu küçüklerine. Saçını çeken mi ararsın, eteğine yapışan mı? Becerikliydi de hani. Birine gaz ocağında mama ısıtırken, öbürüne kemirsin diye havuç soyduğunu hatırlarım. Bir gün oyuncak bebeklerimden bahsetme hatasında bulunmuştum ona. Omzunu silkip gülmüş ve “Ben oyuncağı n’apayım” demişti ayağında salladığını doğrultup basarken bağrına. Yerin dibine girmiştim utancımdan.
- Dedemin hayrı olmuyor muydu onlara?
- Olmaz mı, babam bize göstermediği şefkati gösterirdi zavallılara. Saçlarını okşardı tek tek.
- Anneleri öldü demiştin, ya babaları?
- İş bulduğu gün çalışan, hayata küsmüş biriydi, safçaydı azıcık. Yaşlıydı da. Yani, kelimenin tam mânâsı ile muhtaçtılar. Onlara en makbul hediye neydi biliyor musunuz?
- Valla ne desem?
- Patates ile soğan.
- Yazık.
- Hatice iyi baktı bakmasına, ancak güneş görmeyen rutubetli in kuruttu yavrucağı ve öldü bebek. Kızcağız üstüne alındı suçu, dert sahibi oldu, yedi bitirdi kendini… Babam onu çok sever, “Ah şuna göre bir oğlum olsa” derdi “Kaçırır mıyım hiç”. Hakikaten isteyenleri çok oldu, ancak kardeşlerini terk etmemek için tereddütsüz “hayır” dedi tekliflere. Yıllar geçti aradan. Çocuklar okumadılar. Gelgelelim sanatkâr oldular ve iyi de para kazandılar. Ancak hiç biri almadı Hatice’yi yanına. O izbede can verdi çilelim.
- Ne etti, ne buldu desene.
- Mükâfatı öbür tarafta almak daha kârlı. Dünya bu. Bin sene de olsa sonlu nihayet.
- Bayramlarda böylelerini arayıp bulmalı değil mi ya.
- Muhakkak.
- Saraybosna’da kim bilir ne kadar buruk kutlanır bu bayram.
- Sadece Saraybosna’da mı? Filistin’de, Azerbaycan’da, Cezayir’de, Filipinler’de…
- Müslümanlar garip be! Yine dertli konuştun nine. Kararttın içimizi.
- Dur bir müjde vereyim, için açılsın bari. Takvim kenarında okumuştum.
- Dinliyorum.
- Ramazanın kendisi bayrammış anlayana. Allahü teâlâ her ibadetin ecrini bildirdiği halde orucunkini belirtmemiş.
- Neden acaba?
- Günahlarımızı dengelesin diye. Hesap günü ne kadar ihtiyacımız varsa o kadar verecek, oruçlarımızı vesile yapacakmış kurtuluşumuza.
- Bütçedeki açık gibi desene. Demek ki oruçlarımız yama olacak torbamıza.
- İnşaallah! Hakiki bayram o işte. Hüsn-i Hâtime.
- Yani!
- Hâlbuki bilmen lazımdı. Hüsn, güzel demektir, hâtime de hitamdan gelir.
- Anladım: Güzel son.
- Oldu diyelim hadi. Hoş “hayırlı akıbet” demeni bekleyemezdim sizin nesilden.

Annemden İşittiklerim - Rabia Akyüz
Türkiye Gazetesi Hanımeli Eki
13 Mart 1994 Pazar

Bitleri besleme dersi!


Bizim oğlanın ara sıra içinden gelir. Sarılır, öper beni. Kedi gibi sokulur, hoşlanır başının okşanmasından… Çocuk işte.
Geçen yine doladı kollarını boynuma, kucaklaştık onunla. Yalnız bu kez, tez çevirdi yüzünü. “Anne be!” dedi, “Acı acı kokuyorsun.”
Sordum: “Nasıl yani?”
- Ne biliyim… Sanki tava gibi.
Eh! Çocuk haklı, sabahın köründe patates kızartırsanız olacağı bu işte. Kızgın yağın kokusu bırakın saçınıza, tülbendinize… Siniyor elbisenize bile.
Bakın bu hassasiyet benden intikal etmiş olmalı ona. Hayatımda sarımsak, soğan yemediğim gibi, çevremdekilere de yedirmem. Hatta pastırma, sucuk ve lahmacun bile rahatsız eder beni.
Sabun, sprey, şampuan, koku giderici tabletler, kolonya, deterjan ve yumuşatıcılara ödediğim meblağlar neredeyse mutfak masrafıma yaklaşır. Ancak bu mevzuda ne kadar titiz olursanız olun, ocak başına geçtiğiniz müddetçe kurtuluşunuz yoktur yağ kokusundan.
Diyeceksiniz ki sabahın kör vakti işin neydi kızartmayla. Hah işte oraya gelebilmek için çiğniyorum ya bu sakızları. Bakmayın lafı dolaştırdığıma.
Evet, yüz binlerce annenin çilesi bu. Anladınız sanırım mevzûmuz “Beslenme dersi ilkelliği!”
Önce uygulamakla yükümlü olduğumuz, değiştirilemez, değiştirilmesi teklif bile edilemez listeyi arz edeyim sizlere:
Pazartesi: Hamur işi
Salı: Haşlama patates ve yumurta.
Çarşamba: Köfte
Perşembe: Patates kızartma.
Cuma: Hamur işi
Pazartesi ve Cuma için ekstradan direktiflere tabiyiz. Topyekûn sigara ya da kol böreği yapma mecburiyeti gibi. Ha unutmadan söyleyeyim bunların yanında gününe göre ayran, süt ve meyve suyu hazırlamak durumundayız. Ayrıca dilimlenmiş elma ve portakal da.
Bazı hanımlar çabuk gaza geliyor ve manasız bir yarışa kalkışıyorlar. “Benim çocuğumun sofrası diğerlerini döver (!)” mantığı taraftar buluyor ciddi ciddi. Kolları sıvayıp döktürüyorlar. Mübalağa etmiyorum sabahın köründe üç çeşit hamur işi hazırlayanların sayısı az değil.
Bizim efendi “Takma kadın kafana” demişti bir zamanlar. Ona uymuş patates kızartması günü hazır cips, hamur işi günü açma ve poğaça katıvermiştim yanına. Meğer öyle değilmiş kazın ayağı. Öğretmen hanım elâlemin önünde haşlayıp, rezil etti beni. Fedakarlık seminerleri verdi. Annelik öğrendik bu yaştan sonra. Hemen oracıkta belletiverdi mesuliyetimi, tek derste mezun etti şipşak… Sağ olsun!... İyi de, çocuğun beslenme notunu niye kırdı anlayamadım?
Bakın bir beslenme saati nasıl geçiyor?
Muallim hanımlar çekiliyorlar öğretmenler odasına, mana ve önemi tartışılacak bir mevzu bulup başlıyorlar vatanı kurtarmaya. Çaylar gidip, kahveler geliyor, yakıyorlar çubukları, veriyorlar dumanın gözüne. Bu arada “Beslenme kolu” olarak tespit edilen haylazlar büyük bir vazife şuuru (!) ile dikiliyorlar diğerlerinin tepesine, “Yiyin ulan” yollu ikazlarla yiyorlar başlarının etini. Akılları sıra göz açtırmıyorlar arkadaşlarına. Ya da açtırmadıklarını sanıyorlar.
Bir kere yumurta günü oluşan ağır kokudan içleri kalkıyor çocukların. İçlerinden biri ezkaza öğürmeyiversin, cümlesi koşup boca ediyorlar nevalelerini sepete. Bazen lavaboya yetişemiyor yavrucağın teki, kusuveriyor orta yere. Yediği zılgıt bir yana, köpüklenen ifrazattan yükselen ekşi koku hepten mahcup ediyor zavallıyı.
Okul çöplüğünden yedi mahallenin köpekleri sebepleniyor. Gün boyu kimyonlu köfteleri ve kıymalı börekleri yuvarlıyorlar peş peşe.
Böylesine yağlı gıdaların yendiği mektepte sular akmıyor maalesef. Helalar diz boyu şey!
Ve biz anneler, 20. asrın son çeyreğinde çağdaş olduğu iddia edilen bir ülkede neyle uğraşıyoruz biliyor musunuz: “BİT” ile.
Bir keresinde bizim çocukta yakalandı. Eczacı hanımdan utana sıkıla ilaç istedim. Üstünde bile durmadı. Alışkın hatta bıkkın bir ifadeyle “Buyur” dedi, bir şişe uzattı dağ iriliğinde yığından. Meğer leblebi çekirdek gibi satılıyormuş intektisit şampuanlar. Hatta Okul Aile Birliği ücretsiz dağıtıyormuş fakir çocuklara. İşin enteresan yanı biti olanı da onunla yıkanıyormuş, olmayıp vesvese edeni de. Hani ne olur, ne olmaz hesabı.
Usulüne uygun kullanmak için tarifnameyi okudum inceden inceye. Özellikle kontrendikasyonlarını. Meğer bu madde suda çözünmediği gibi cilt yoluyla emilerek santral sinir sisteminde zehirlenmeye sebep olabilirmiş. Sonra hamile ve emzikliler kullanamazlarmış mesela. Eğer çocuğunuzun kafasında çizik, kesik ve yanık varsa vay gelirmiş başınıza. Saçı kurtaralım derken, zedelermişsiniz beyni. Firmanın, anneleri mutlaka kauçuk eldiven giymeye davet ettiğine bakılırsa, yan tesirleri ciddiye alınmayacak gibi değil… Riskin böylesi… Ne bileyim.
Bitin oluşmaması için lüzumlu temizlik şartlarını rafa kaldıranlar, nesli mahvedebilecek ilaçlara Pazar açıyorlar. Buyurun buradan yakın.
Beslenme saatine fazla taktığımdan mıdır bilemeyeceğim, bu günlerde çocuklar hantal ve hımbıl görünmeye başladılar gözüme. Nikris illetine uğramış kocamışlar gibi soluya soluya yürüyor, mendille siliyorlar enselerinden boşalan terleri. Benzetmesi hoş değil ama, biz anneler bidon gibi şişirdik onları. Bu sene, daha bir gün olsun beden eğitimi dersi yapılmadı okulda. Hoş olmadığı daha iyi, öğretmenlerin beden eğitiminden anladığı tek şey; çocuklara tozlu bodrum katlarında merasim yürüyüşü yaptırmak. Eller yanda, göğüsler ileride, başlar dik. İleriiii marş!... Kıt…..a dur!
Dünyanın hiçbir yerinde okul çocuklarına tektip elbise giydirilmez. Al seven al giyer, mor seven mor. İsteyen etek, dileyen pantol. Çocuğun giyim zevki, estetik duygusu ve renk seçimi geliştirilmeye çalışılır. Dolayısı ile kişiliği!
Sonra şu kitaplar fıtık edecek çocukları. Normal ders kitapları neyse ne de, o yardımcılar yok mu gavur ölüsü gibi. Her biri 400-500 sayfa. Yerinden kalkası değil. Küme çalışması olduğu gün masasının üstünü kitap kuleleriyle donatıp, alakalı alakasız ansiklopedilerle bezeyenler “Aferinin okkalısını” alıyorlarmış. Eh çocuk bu ya, istifade ettiğini de taşıyor, etmediğini de. Utanmasa semer aldıracak kendine.
Yine sabah antlarına ısınamadım bir türlü. Müdür beyin keyfini bekleyen çocuklar titreşiyorlar seherin serininde. Ayazdan kıpkırmızı kesiliyor kulakları. Böylesi uygulamalar bir tek Kuzey Kore’de kaldı günümüzde. Arnavutluk, Kızıl Çin, ve Küba’dan bile kalktı. Bence bu andı okutanların ne kadar doğru ve çalışkan oldukları tartışılmalı öncelikle. Küçüklerini ezip, büyüklerini işi bitinceye kadar sayanları iyi biliyoruz biz. Türklüğe gelince, öncelikle dış işlerindeki monşerlerimizin ihtiyacı var o şuura. Benim çocuğum zaten mehterle büyüyor, “Şeyh Şamil” diye cevap veriyor, “Ne olacaksın bakıyım?” sorusuna.
Sıkış tepiş tıkıştırıldıkları sınıflarda biri hasta olmayıversin… Kucak kucağa oturup, birbirlerinin ağızlarının içine hapşırdıklarından olsa gerek, sari hastalıklara sıkça tutuluyorlar. Grip virüsü ikram ediyorlar, kabakulak lütfedene.
O ki bu gün açtım içimi, döküp rahatlayayım bari. Milli Eğitim Vakfı’nı güçlendirme vakfının piyangosuna ve okul balosuna katılmamak mangal gibi yürek ister bu sistemde. Sonra zekât ve fıtra zarflarına hayır diyebilmek ne mümkün. Bakın bu THK her ne kadar “Yurt savunmasında çelik kanatlı kartallar”dan bahsediyorsa da, onun sosyete veletlerine planör zevki tattırmaktan başka hiçbir hayrı olmadığını iyi biliyoruz. Bu kuruluşun vatanın neresini, kime karşı ve ne zaman koruduğunu merak ediyorum doğrusu.
Meğer THK’nı bazı saflar Türk Hava Kuvvetleri sanıyorlarmış ki onun yeri elbette apayrı gözümüzde.
Bunları yazmama rağmen, beyimden habersiz para koydum zarfa. Annelik işte. “Sıkıştırmasınlar” dedim çocuğumu.
Def-i bela kabilinden… Kerhen!

Annemden İşittiklerim - Rabia Akyüz
Türkiye Gazetesi Hanımeli Eki
6 Mart 1994 Pazar
 

2009 ·Vefâ Arşivi by TNB