tag:blogger.com,1999:blog-64030528053685751242023-11-16T13:39:47.218+03:00Vefâ Arşivi"Zannediyoruz ki; var olan sadece görünenden ibarettir."Vefâ Arşivihttp://www.blogger.com/profile/04926524581757195702noreply@blogger.comBlogger172125tag:blogger.com,1999:blog-6403052805368575124.post-69483400919595684712013-05-12T11:36:00.000+03:002013-05-12T11:36:20.403+03:00Vah dilim, dilim dilimTelevizyon sunucularının konuk terletmek gibi bir takıntıları vardır, sizi kapılarda karşılar, halinizi hatırınızı sorarlar. Lâkin “birki üç kayıt” dendi mi tavırları değişir, üstünüze gelmeye başlarlar.
Sanırsın dolunay çıktı, karşınızda kurt adam. Bir kanalda izlemiştim hiç unutmam. Sunucu müstehzi bir ifadeyle sordu, “Hayati Bey siz bu eski kelimeleri bilerek mi kullanıyorsunuz acaba?”
Hayati İnanç Bey mevzuuna hakim olmanın rahatlığı ile cevapladı “Efendim okuduğum gazellerden biri Şeyh Galib’e ait ve takriben 210 yaşında, birini de Sultan Fatih kaleme almış. Eğer günümüz Türkçesi ile yazmadılarsa ne yapabilirim? Yok beyitlere yaptığım açıklamayı anlamadıysanız o başka …
-Yoo hayır, o kısmı son derece açıktı…
-Gelelim sizin kelimelerinize. Mesela yenilerden stresi ele alalım. Fransızcadan aparılmış, ithal malı. Bakın onu kullanırken neleri kaybettik? Gam, gussa, hüzün, tasa, dert, mihnet elem, ıztırap, yeis, keder, kahır, efkar, kasvet, inkisar, melâl. Bunlar şu anda aklıma geliverenler ki dahasını da bulabilirim icabında. Allah aşkına siz benden bu kadar renkli bir skalayı ıskalamamı neden istiyorsunuz? Niçin meramımı güdük bir kelimeyle anlatmaya zorluyorsunuz? Bakın beni strese (!) sokuyorsunuz ama!
-Aman Hocam size de bir şey söylenmeye gelmiyor.
-Bitmedi. Yine Fransızca “onare”den devşirme "onur"u ele alalım. Güya, gurur, kibir, şeref, haysiyet, namus, iftihar kelimelerini karşılıyor. Halbuki bir adama şerefli derseniz iltifat edersiniz, kibirli derseniz hakaret edersiniz. Peki onurlu derseniz övdünüz mü, sövdünüz mü? Sahi onur yukardakilerden hangisi? Hem hepsi, hem hiçbiri! Bu saçmalığa teslim için ne mecburiyetimiz var?
-Ama Hayati bey, ben doğudan gelenler gitsin demedim ki, batıdan gelenler de gitsin öztürkçe olanlar kalsınlar.
-Peki o zaman söyler misiniz bana. “Bakkaldan somun aldım, peynir koyup sandviç yaptım, balkona oturdum, hanım çay ve su getirdi, beraber afiyetle yedik” cümlesindeki hangi kelime Türkçe?
-Hepsi Türkçe.
-Hayır bakkal Arapça, somun Rumca, peynir Farisi, sandviç ve balkon Fransızca, hanım Moğolca, çay ve su Çince, beraber Farsça, afiyet Arapça. Buradaki tek Türkçe kelime ne biliyor musunuz? “Yedik!”
Sunucu yutkunup duruyor. Ne desin ceviz çetin çıktı bu defa. Eh sen penaltıya sebep olursan, adam golünü atar.
Otobüslerde görüyoruz delikanlılar “olm, vahş, koptuk” gibi birkaç yüz "tilcik" ile konuşuyor, genç kızlar “hı hı”, “ı ıh” “yaani” gibi üç beş hece ile katılıyorlar.
Bu Türkçe mi? Rezalet sefalet diyeceğim dilim varmıyor.
Bundan yüz yıl evvel ki telakkiye göre okur yazar dendi mi el sineyi selaseye hakim olan anlaşılır. Yani Türkçenin yanı sıra Arabi ve Farisi’yi de okuyup anlayanlar.
Eğer birine münevver (ziyalı) deniyorsa bilin ki Latince, Rumca ve Fransızca’ya da vakıftır. El sineyi sitte.
Misal Şair Esrar Dede 6 lisan bilirdi, hem nasıl? Fransızca şiirlerinde aruz kullanacak kadar.
Muğlalı Şahidi ise Farsça lügat hazırlıyor baştan aşağı manzum. Bunun yeniyetmelerin dilinde bir adı var “aşmış olmak.”
Eğer ana dilin güçlüyse ecnebi lisanı öğrenmek keyiftir ama güçsüzse korku filmi.
Birinde hobi, diğerinde fobi.
Bakın Fransızca Arabi’den sonra gelen mütekamil lisanlardan biri. Grameri güçlü ve girift, aksanlı, ağdalı, albenili. Parisliler soru edatı kullanmadan da sorar lakin o tonlamayı piyano eşliğinde çalışırlar. Çok eskiye gitmeye gerek yok. 930’lu 40’lı yıllarda bir lise mezunu iki yılda Fransızcayı öğrenir, klasikleri tercüme ederdi hatta.
Şimdi biz Fransızcanın yanında sokak dili mesabesinde kalan İngilizceye ömür veriyor yine de öğrenemiyoruz. İki yıl değil, 20 yıl, merak değil, ekmek parası, zira adınızdan önce “lisan seviyenizi” soruyorlar. İnternetin, ajansların dili İngilizce, bakkaldan hazır çorba alsan yarısı İngilizce. Etrafımızda İngilizce kurslar kitaplar, tabelalar. Beceremiyoruz ama.
Elli senede zekâ seviyemiz mi (şimdi IQ diyorlar) düştü?
Hayır. Lisanımız bozuldu. O ana sütü gibi tatlı Türkçemiz komada.
Ezcümle Arabi, Farisi ve Türki eş yumurta üçüzüdür. Kardeşleri ayıran zulüm yapar.
Şair demiş. “Eyvah bu baziçede biz yine yazdık. Zira ki ziyan ortada, bilmem ne kazandık?”
Türkiye Gazetesi
FİLHAKİKA
Ethem Mahmut Ziya
ethemmahmut.ziya@tg.com.tr
11 Mayıs 2013 Cumartesi
Vefâ Arşivihttp://www.blogger.com/profile/04926524581757195702noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-6403052805368575124.post-21615887901570110282013-04-25T21:31:00.000+03:002013-04-25T21:31:07.928+03:00Geniş Tabanlı Eğitim Sistemi.. <a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhj5Y3ohM_HlBrmxvNV1xvTNQ4NUWQrN0UHXsAWY574GeI4-zEpPj8MFH38H7J6Qh8oqXfG_tvVQB2CBZVznimE70IQZo340kfpXzVMJIsLUxoo_xCKmQeQIfPyiheH_SrofLz38kfxjcw/s1600/Oryx_Antelope.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 400px; height: 300px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhj5Y3ohM_HlBrmxvNV1xvTNQ4NUWQrN0UHXsAWY574GeI4-zEpPj8MFH38H7J6Qh8oqXfG_tvVQB2CBZVznimE70IQZo340kfpXzVMJIsLUxoo_xCKmQeQIfPyiheH_SrofLz38kfxjcw/s400/Oryx_Antelope.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5517148878042766194" /></a>
<br />
<br />Geniş Tabanlı Eğitim Sistemi..
<br />
<br />“Bir gün ormandaki hayvanlar bir araya gelip okul açmaya karar verirler.
<br />
<br />Bir tavşan, bir kuş, bir sincap, bir balık ve yılan balığı yönetim kurulunu oluşturdu.
<br />
<br />Tavşan, müfredatta koşmanın bulunmasını istemektedir. Kuş, uçmanın dâhil olmasını, balık, yüzmenin dâhil olmasını ve sincap, ağaca tırmanmanın mutlaka mecburi dersler arasında olması gerektiğini söylemektedir. Bütün bunları bir araya getirip, bir müfredat programı yaptılar ve bütün hayvanların bu dersleri görmesini istediler.
<br />
<br />Tavşan koşu dersinden A alıyor olmasına rağmen, ağaca tırmanmak onun için çok ciddi bir sorundu. Sürekli kafa üstü düşüyordu. Bir süre sonra beyni hasar gördü ve eskisi gibi koşamadı. Artık koşuda A almak yerine, C alıyordu. Ve tabi, ağaç tırmanmada ise her zaman zayıf alıyordu.
<br />
<br />Kuş, uçmada çok başarılıydı, ama sıra toprak kazmaya geldiği zaman, o kadar başarılı değildi. Sürekli gagasını ve kanatlarını kırıyordu. Bir süre sonra toprak kazma notu hala F olmasına rağmen, uçma notu C’ ye düşmüştü. Oda ağaca tırmanmada çok zorlanıyordu.
<br />
<br />Sonuçta sınıf birincisi olan hayvan her şeyi yarım yapabilen, geri zekâlı yılan balığı oldu. Ancak eğitimciler çok mutluydu, çünkü herkes bütün dersleri görüyordu. Ve buna “geniş tabanlı eğitim sistemi” dediler.”
<br />
<br />Vefâ Arşivihttp://www.blogger.com/profile/04926524581757195702noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-6403052805368575124.post-68501376852643951842013-04-25T21:30:00.000+03:002013-04-25T21:30:01.088+03:00EV KADINI YETİŞMİYOR<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEi2yK-93RB8s32uX-v6RlqQ4YnGZubCvIQnoIkdmkaqw-5Z4zbrZNWPOI0xgFm0gaawOwooJaWCxkUzta2nVwkmS3AYU2PhZVNxfMWnBvah2emNPbhk1jfkb0OQgFUt9lQabr5d96kRZ4I/s1600/windowsqj6.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 400px; height: 320px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEi2yK-93RB8s32uX-v6RlqQ4YnGZubCvIQnoIkdmkaqw-5Z4zbrZNWPOI0xgFm0gaawOwooJaWCxkUzta2nVwkmS3AYU2PhZVNxfMWnBvah2emNPbhk1jfkb0OQgFUt9lQabr5d96kRZ4I/s400/windowsqj6.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5517148460502825362" /></a>
<br />
<br />EV KADINI YETİŞMİYOR
<br /> Kemalettin Tuğcu
<br />
<br /> Ev kadını yetişmiyor! Bu, ıstırap verici, acı acı düşündürücü bir hadisedir. Bunun böyle olduğunun herkes farkında değil. Bilakis, iyiye doğru gittiğimizi sanıyor, kızlarımızın gözlerinin ev dışında olmasını bir medeniyet, bir ilerleme hali zannediyorlar.
<br /> Hâlbuki işin iç yüzü böyle değildir.
<br /> <Bu memleket artık nebat yetiştirmiyor, mevcut ağaçlar birer birer kuruyup devrildikten sonra ortada yeşillik adına bir şey kalmayacak,> desek ve böyle olduğu anlaşılsa herkesi büyük bir telaş alırdı.
<br /> <Ev kadını yetişmiyor> dediğimiz zaman bunun ne büyük bir tehlike olduğunu kimse fark etmemektedir. Hâlbuki esasında bu, memlekette nebat yetişmemesinden daha acı ve cemiyetimiz adına tehlikeli bir olaydır.
<br /> Bizi çekip çeviren, ahlakımızı düzelten, yaşayışımızı düzenleyen evlerdir. Ev kadını yetişmeyince bu evlerin bir otelden farkı kalmaz. Hepimiz avare birer insan olup kalırız.
<br /> Gözlerimin önüne, müstakbel bir ev geliyor, bu evin beş tane anahtarı var. Büyük hanım bir okulda öğretmendir. İşi bitince eve döner. Anahtarla kapıyı açar, girer. Yorgun, argın bir köşeye çekilir.
<br /> Daha sonra kerime hanımefendi teşrif ederler. Bir dairede memurdur. Onun teşriflerini gelin hanımefendinin bankadan avdetleri takip eder. Daha sonra evin babası, ihtiyar muhasebeci ve evin oğlu mühendis bey gelirler.
<br /> Bu beş yorgun, artık gayrete gelip el birliğiyle bir yumurta mı kırıp yerler, hazır yemek mi alırlar bilmem. Benim bildiğim, bu evin ocağının tütmeyeceği, içinde aile hayatının bir türlü yerleşemeyeceği, olacak çocuğun terbiye edilmeyeceği ve hastaların bakılamayacağı bir yer olmasıdır.
<br /> İşte şimdiki gidişimiz bu ev tipine doğru bir gidiştir. Cemiyet halinde yaşaması gereken insanlara ilk cemiyet evdir. Ailedir. Bir ailenin bütün fertleri kendi kazançlarının, kendi istikballerinin peşinde bulunursa elbette diğerlerini düşünemezler. Herkes silahı omuzda bir asker gibidir. Kendi işine ve ev dışındaki istikbaline bakar. Fertlerin maneviyatlarını besleyen, onları ana, baba eden evdir.
<br /> Tam, tutumlu, bilgili, hamarat, evine bağlı ev kadınları birer birer içimizden eksiliyor. Yerlerine yenileri yetişmiyor. Çok faydalı bir şey olan okumak ve yazmak bizde, çok defa, okuyan kızın kocasına karşı kullanacağı bir silah haline geliyor.
<br /> Azıcık bir tazyik karşısında kocadan ayrılıp hayatını kazanmağa kalkışacaktır. Zaten evlenmek üzere olan kızlardan bu çeşit sözleri sık sık işitiyoruz. Kurulan yuvayı ıslaha, o erkeğin huyunu düzeltmeğe, onu ev erkeği etmeğe çalışmadan hemen yollarını değiştirecekler.
<br /> Okullarımızdaki ev idaresi, aile bilgisi adına okutulan şeyler, kızlarımıza kâfi bir fikir ve ev terbiyesi verecek durumda değil. Biz kızlarımıza saadeti yokluk içinde bulup yaşatma, erkeği ıslah gibi dersler, aile ahlakı terbiyesi vermeliyiz. Memur bayan, hâkim bayan yetiştireceğimize ev kadını yetiştirmeliyiz.
<br /> Fakat maalesef, ev hayatı deyince, günün genç kızı, aklına süpürgeyi ve bulaşığı getiriyor. Düşmandan kaçar gibi ev hayatından kaçıyor, ihtiyaç bahanelerini buluyor, kazancının yüzde onu bile eve girmiyor.
<br /> Günün en büyük tasası budur işte.
<br />
<br /> Yeşilay Dergisi – Ağustos 1976 – Sayı: 513
<br />Vefâ Arşivihttp://www.blogger.com/profile/04926524581757195702noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-6403052805368575124.post-6931549595129343152013-04-25T21:28:00.001+03:002013-04-25T21:28:37.248+03:00FAVORİ ÜZERİNE<br />Yeşilay Dergisi – Ağustos 1976 – Sayı: 513
<br />Doç. Dr. Asaf ATASEVEN
<br /> Favori, Fransızca <Favoris> kelimesinin lisanımızda kullanılması, erkeklerde sakalların kulak önünde çene köşesine doğru uzatılması (1), yüzün her iki tarafında bırakılan sakal demeti (2) manasına gelmektedir.
<br /> Bugün köylüsü, kentlisi, işçisi, memuru, genci, yaşlısı, ağarmış saçlısı, siyah saçlısı favori uzatıyor veya Biş bırakıyor. Bu bir moda mıdır? Acaba ne mana ifade ediyor? Zannediyoruz ki, kimse ne mana ifade ettiğini bilmiyor. Berberler adeta erkeklerin saç, favori ve biş uzatmalarını teşvik edici davranıyor; Kadın kuaförlüğü gibi bir erkek kuaförlüğünün doğmasından pek memnun görünüyorlar.
<br /> Favori, eski devirlerde hristiyan şövalyelerde bir remiz, bir asalet ifadesi kabul ediliyordu. Bir şövalyenin favorisi ne kadar uzunsa o kadar asil yani o kadar Müslüman-Türk öldürmüş demekti. Bunu bilen ecdadımız favoriyi küfrün remzi kabul etmişti. Burada bir hatıramı zikredeceğim.
<br /> Sene 1958 yedek tabib olarak Erzurum’da görevimi yapıyorum. Cemal Gürsel 3. ordu, Mithat Akçakoca Kolordu kumandanı, gayretli bir albayımız var; fakat bıyıktan hoşlanmıyor. Bütün kaytan bıyıklı yedek teğmenlerin bıyıkları kesildi. Sıra bizimkine geldi. Bir gün bıyıklarımı kestirmem için emir verdi. Ben <iç hizmet kanunu sarihtir albayım> dedim. Bulduk iç hizmeti beraber okuduk: Vaz-ı kanun subaya, <kaş aldırmayı, manikür yaptırmayı, fazla koku kullanmayı, favori veya biş bırakmayı> yasaklıyor <bıyık tabii olarak bırakılır, uzunluğu hiçbir zaman üst dudak boyunu geçmez yanlar üst dudak hizasında olur. Üstten alınmaz, alt uçları dudak hizasından kesilir.> diyordu (3). Ertesi gün buna rağmen bıyıkları bir daha kesmemek üzere kestik. Bu tarihten sonra subaya yasaklanan konular üzerinde düşünür oldum. <Kaş almak, manikür yaptırmak, koku sürünmek> malum. <BİŞ > YANİ ÇENEDE SAKAL BIRAKMAK PAPAZ ÂDETİ, ya favori? O zaman Türkiye’de bir tek favorili insan mevcut değildi. Bir gün M. Akçakoca Paşa teftişe geldi. Ve bir brifing yapıldı. Ben paşaya sordum. <Paşam iç hizmet kanununda subaya favori neden yasaklanmış> Paşa, <favori şövalyelikte bir asalet alameti kabul edilmiştir. Şövalyeler Müslüman-Türk öldürdükçe favorilerini uzatırlardı. Bir şövalyenin favorisi ne kadar uzunsa o kadar çok Türk öldürmüş demekti> dedi. Favoriyi o zaman öğrenmiştim.
<br /> Bugün birçok dostlarımız favori uzatıyor, biş bırakıyor; tabii bilmeden yapıyorlar. Bazen soruyorum. <Aziz dostum kaç Türk öldürdün?> meseleyi izah ediyorum. <Öyle mi?> diye hayret edenler oluyor. Bazı kimseler <favori uzatmazsanız, biş bırakmazsanız size bugün medeni insan demezler> diye bilmeden bir kompleksi ifade ediyorlar. Hâlbuki dedelerimizin adetleri; onlara sırt çeviriyoruz. Onları yaşatsak nerede, bunları önce Avrupalı yapmalı ithal malı gibi bize oradan gelmeli. Dedelerimizin bir sakalı vardı. Bugün gençlerimiz sakal bırakıyor. Fakat bu dedelerinki değil, Turistlerinki, onlara benzemek gayreti.
<br /> Belki bütün bunlar ufak şeyler, teferruat diyecekler olabilir. Her şey ufak olabilir. Ama bu ufaklar birleşir büyür, milletleri millet yapan örf, adet ve gelenekleri teşkil eder. Bugün, örf, adet ve geleneklerimizi tanımayan bir anayasa mahkemesine rağmen her millet gibi bizde de geleneklerimizin yaşadığını, yaşatıldığını görmenin hasreti içindeyiz.
<br />___________________________
<br />(1) Danişmend, İ. H., Güntekin, R.N.,Delilbaşı, A.S. ve Ataç, N.: Fransızca Türkçe resimli büyük dil kılavuzu. Kanaat Kitabevi. İstanbul cilt 1 sahife: 519.
<br />(2) Meydan Larousse cilt 4. Meydan yayınevi İstanbul. 1971 sahife: 548.
<br />(3) Türk Silahlı Kuvvetleri iç hizmet kanunu ve yönetmeliği. 3. baskı Genel Kurmay -Basımevi Ankara 1969. Madde 34/d (Sahife 13) ve madde 84 (sahife 9)
<br />Vefâ Arşivihttp://www.blogger.com/profile/04926524581757195702noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-6403052805368575124.post-24173353566101280902013-04-25T21:20:00.000+03:002013-04-25T21:20:51.632+03:00İngiltere’de Osmanlı modeli bir mektep: ETON KOLEJİ ETON’DA OKUMAK SERVET İSTER
Eton’a çocuğunu yazdırabilmek için 2 aylıkken sıraya girmek ve senelerce mektep masrafları ödemek üzere servet biriktirmek gerekir.
emokrasinin beşiği İngiltere asırlardır elitler tarafından yönetilir. Halk siyasete fazla alâka duymaz, yalnızca seçimlerde elitler içindeki bir grubu idareci olarak seçer. Bu elitler sadece asillerden değil, yüksek kariyerli, zeki, hayatta muvaffak olmuş, mazbut yaşantılı ve olabildiğince dindar insanlardan teşekkül eder. Bu kriterleri temin eden herkes elit sınıfına yükselebilir. Bunun için yalnızca liyâkat ve talih aranır. Bu bakımdan İngiltere ile Osmanlı Devleti arasındaki benzerlik şaşırtıcıdır. Osmanlılar, farklı ırk, din ve kültürlerden geldiğine bakmaksızın, zeki ve kabiliyet testini geçen çocukları devlet adamı olmak üzere saraya alıp Enderun mektebinde yetiştirirdi. Bir Balkan köylüsünün oğlu, yukarıdaki vasıfları taşıyorsa, talihi de yaver giderse ülkenin elit sınıfına girip, en yüksek makamlarına yükselebilir, padişaha damat bile olabilirdi. Artık bir Balkan köylüsü değil, yüksek hasletlere sahip, nazik, kültürlü, ince ruhlu, Türk-İslâm terbiyesini benimsemiş bir Osmanlı beyefendisidir. İngiltere’nin VIII. Henry‘den beri süper güç olma yönünde Osmanlı Devleti’ni numune alarak, bunun muvaffakiyet sırlarını kendi bünyesine tatbik ederek yükseldiği söylenebilir. İmparatorluk mirasını hoyratça har vurup harman savurduğumuz için bugün böyle köklü müesseselere sahip olmamamız acı bir kayıptır.
BİR BAŞKADIR ETONYALILAR
İngiltere’yi süper güç yapan elitler, Eton Koleji gibi mutenâ mekteplerden yetişir. 1440 senesinde 70 fakir talebenin okuması için Kral VI. Henry tarafından kurulan Eton, zamanla bu maksada hizmet eden bir mektep hâlini almıştır. ‘Etonyalılar’ın yürüyüşünden konuşmasına, yemek yiyişinden yürümesine kadar her şeyi farklıdır. Birinin Eton’lı olduğu esrarlı, ağır, ciddi ve ketum havaları ile ilk bakışta anlaşılır. Çünki küçük yaştan itibaren şıklık, zariflik ve kültür ile yoğrulurlar. Mektebi bitirdikten sonra da çok itibarlı işlerde çalışma imkânı bulurlar. Eton’lı olmak, lord unvanı gibi talebenin üzerine bir imza gibi yapışır. Bir çocuk 8 yaşına gelince Eton’un ilk kısmına alınır. 10-13 arası 20 hazırlık sınıfından birine girer. 13-18 yaş arasında 6 yıllık gerçek Eton tahsili başlar ve yılda takriben 29.000 pound (47.000 $) ödenir. Bu sebeple Eton öteden beri asillerin çocuklarını okutan bir centilmen fabrikasıdır. Asiller de burada kendilerini daha asil hissetmeyi ve böyle davranmayı öğrenirler. Kapılarını herkese açmaz. Zaten İngiltere’de mekteplere talebe seçmek hususunda büyük serbesti tanınmıştır. Şimdi Eton’a sadece asillerin çocukları değil, zeki ve istikbal vadeden her çocuk kabul edilmektedir. Bugün 70 burslu talebe imtihanla, 200 talebe de imtihansız alınmaktadır. Elan 1300 talebesi vardır.
DİŞİ SİNEK GİREMEZ
Eton Koleji, Berkshire‘da Thames Nehri üzerinde Windsor şatosuna yakın Eton kasabasındaki tarihî binalarda tedrisat yapan yatılı bir erkek mektebidir ve buraya dişi sinek bile giremez. Zaten İngiltere’de kız veya oğlan mektepleri yaygındır; karışık mektepler azdır. Yetkililer karışık mekteplerin hem masraflı olduğunu (çift tuvalet, çift havuz, çift soyunma odası gibi), hem de bu yaşta talebelerin bir arada okumasının psikolojik mahzurları bulunduğunu söylemektedir. Eton’lılar 25 evde kalır. Ancak hafta sonları ve bayramlarda evlerine gidebilir. Mektep idaresi, bu sıkı disiplin içinde bile çocuklara bir yetişkin muamelesi yapar. Onları bir kalıba sokmaya çalışmaz, hepsinin karakterine hürmet gösterir. Ferde değer vermek İngiltere’nin karakteristik hususiyetidir.
Eton’da sıkı bir disiplin tatbik olunur. Çok ciddi bir tahsil yanında, emsalsiz bir terbiye de verilir. Antik Çağ tarihinden Lâtince’ye kadar muhtelif dersler alınır. İsteyen talebelere askerlik talimi bile yaptırılır. Çeşitli spor takımları vardır. Ama burada kazanmak veya iyi oynamak değil, sadece müsabakaya katılmak mühimdir. 16 yaşına gelen talebe kendisine iki sene için bir vasi seçer. Bu vasi, çocuğu kabiliyetine göre bir mesleğe yönlendirir. Mezunların üçte biri Oxford ve Cambridge gibi köklü üniversiteler gider. Böylece çocuklar geleceğin İngiltere’sini yönetmek üzere yetiştirilir.
Eton’dan William Pitt, Grenville, Waterloo kahramanı Wellington Dükü, Gladstone, Balfour, Harold Macmillan, Anthony Eden gibi 18 başbakan çıkmıştır. Çok sayıda ilim adamı, şair, yazar, müzisyen, profesyonel sporcu, aktör, diplomat, subay, politikacı yetiştirmiştir. Henry Fielding, Ian Fleming, Aldoux Huxley, George Orwell gibi romancı, Thomas Grey, Shelley gibi şair, Keynes gibi iktisatçılar vardır. İngiltere, Tayland, Nepal, Hindistan, Kuveyt hanedanlarından prens ve krallar Eton’da okumuştur. Genç prensler William ve Harry de Eton’dan mezundur.
Dünden Bugüne
Ekrem Buğra Ekinci
Türkiye Gazetesi
12 Mayıs 2010 Çarşamba
Vefâ Arşivihttp://www.blogger.com/profile/04926524581757195702noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-6403052805368575124.post-40901891064135381142013-04-25T21:14:00.000+03:002013-04-25T21:14:33.288+03:00ÖZGÜR KÖLELER! Kitapları Türkçe’ye de çevrilen Frederic Beigbeder, 4.900 TL isimli kitabında reklam totalitarizminin diktatörlerden daha acımasız olduğunu anlatırken şöyle diyor:
“Reklam insanlığı köleleştirmek için, düşük profilli olmayı, esnekliği, ikna metodunu seçti. İnsanın insana egemen olduğu günden beri ilk defa, karşısında özgürlüğün bile işe yaramadığı bir egemenlik sisteminde yaşıyoruz. Tersine sistem bütün kozlarını özgürlük üzerine oynuyor; en büyük buluşu da bu zaten. Her türlü eleştiri yararına oluyor. Sistem size kibarca boyun eğdiriyor.
Her şey serbest. Sistem hedefine ulaştı, itaatsizlik bile bir itaat biçimi haline geldi.” …
….. “Ben reklamcıyım. Asla sahip olamayacağınız şeylerin hayalini kurduran adam… Son kampanyamda itelediğim rüyalarınızın arabasını satın almayı başardığınızda, ben onu çoktan demode etmiş olacağım. Ben üç model önden gidiyorum ve her zaman sizi hüsrana uğratmanın bir yolunu buluyorum.
Cazibe, büyüleyicilik, attığınız her adımda sizden biraz daha uzaklaşan o masal ülkesinin adıdır. Sizi yenilik bağımlısı yapıyorum. Yeniliğin avantajı hiçbir zaman yeni kalmaması. Her zaman bir öncekini eskitecek yeni bir yenilik bulunuyor. Salyalarınızı akıtmak.. İşte benim kutsal görevim bu. Benim mesleğimde kimse mutlu olmanızı istemez, mutlu insanlar tüketmezler.”
Ahmet Sağırlı - Türkiye Gazetesi - 18 Ekim 2002 - Cuma
Vefâ Arşivihttp://www.blogger.com/profile/04926524581757195702noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-6403052805368575124.post-20547420254976637902013-04-25T21:07:00.002+03:002013-04-25T21:07:17.295+03:00Gençlere... Onu görmemen mümkün değil. Kalkınmış ülkeler, sana tepeden bakıyorlar. Sen sana tepeden bakan o ülkelere canını atmak için uğraşıyorsun. Bir zamanlar, o ülke insanları sana hayrandı, şimdi sen onlara hayransın. Bir zamanlar, onlar senin memleketini öve öve bitiremiyorlardı. Şimdi sen onları övüyorsun. Avuç avuç dağıtırken avuç açan oldun. Kimse avuç açana gıpta ile bakmaz. Kötü yöneten kötü insanlarla bu memleket kötürüm hale getirildi. Bundan dolayı sadece sen değil, senin çocukların da değil senin torunların bile bugünden borçlu. Sadece paran değil ismin de itibarsız oldu.
Bin türlü yalanla ortaya koydukları şunlardan ibaret. Kifâyetsiz ekonomi, kifâyetsiz eğitim, kifâyetsiz siyaset. Üç asırdır yokuş aşağı gidiyorsun. Bu düşüşün durması sana bağlı. Her milletin bir serveti var bu milletin serveti sensin. Bu yüzden dikkat et sen bozulmak isteniyorsun. Yıkılmak isteniyorsun. Ruhen genlerinle oynanıyor. Mankurt yapılmak isteniyorsun. Hedefleri, millî, ailevî, tarihî, edebî, harsî ve dînî... ne varsa senin onlara yabancılaşman. O yüzden bunları küçümsüyor, alay ediyor, yeriyorlar.
Okullar sana çok şeyi veremiyor. Ebeveyn de öyle. Mahalle de öyle. Bütün yük yine sana kalmakta. Sen, seni kendinden, arkadaşından, milletinden hatta insanlıktan sorumlu tutmalısın. Bunun için de kendini yetiştirmelisin. Yük olan değil, yük çeken olmalısın. Yol gösterici rehber ve kurtarıcı olmalısın. Ülkemi ben kurtaracağım demelisin. Hedefin yüksek, elinde tuttuğun meşalenin aydınlığı gür olmalı. Bu meş’aleyi çoğaltmalısın.
Başı dik bir milletin bugün başı önünde.
Ne Orta Asya’nın, ne Kafkasların, ne Orta-Doğunun, ne Anadolu’nun, ne Balkanların başı dik. Onlara başlarını eğdiren sebep ne olabilir? Bu sebepler sürüyle. İşte sen onları araştıracak, tahlil edecek, yalanları aşarak seni bekleyen bu bölge insanlarının elinden tutacaksın. Bu saydığımız coğrafya istendiği kadar siyaseten ayrılsın. Tarih onları tekrar birleştirir. Onların birlikten öte şansları yoktur.
İnsan doğar, büyür ve ölür. Bu bütün canlılar için böyledir. At da, ot da doğar büyür ve ölür. Seni attan ve ottan ayıran bir fark olmalı. O, taşıyacağın yüksek fikirlerdir. O yoldaki gayretlerindir. Hiçbir kahraman ilk günden kahraman sayılmadı.
Er-geç bir mesleğin olur. Bizim dediğimiz meslek değil, maksattır. İşte insanı attan ve ottan ayıran fark bu maksattır. Kafanı, keseni ve kalbini zenginleştirmek zorundasın. Onun için de çok çalışmak borcundasın.
Derlen, diril, toplan ve ayağa kalk.
Bu ölü toprağı yeter.
Ayaklarının altında aşağılık duygusu, kartal bakışlarıyla ufuklara doğru bakıp geçmişin ve geleceğin hesabını yapan ipek kalpli, çelik iradeli genç!..
O genç sen misin? Hasretinde olduğumuz o genç, sen olmalısın. Zil çalıyor. Sınıfına koş ve o genç, sen ol!.. İstersen olursun. Yeter ki iste. Bu zincirler kırılmalı.
Entellektüel Boyut
Rahim Er
Türkiye Gazetesi
10 Eylül 2001 Pazartesi
Vefâ Arşivihttp://www.blogger.com/profile/04926524581757195702noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-6403052805368575124.post-40526796860702348792012-12-25T20:01:00.001+02:002012-12-25T20:08:04.275+02:00Çocuğumu eğitim sisteminden korumam lazım Ahmet Sağırlı gazetemizdeki bir yazısında “çocuğunuzu okula verirken ‘eğitim sisteminin vereceği hasarı nasıl azaltabilirim’ diye düşünmelisiniz” demişti.
Elhak doğru...
Bu ülkede eğitim düzeyi yükseldikçe idraklerin nasıl dumura uğradığını, zihinlerin nasıl köreldiğini gördükçe “ne yapsam da çocuğumu eğitim tahribatından korusam” diye düşünüp duruyorum.
Cicili bicili kolejlerde, lüks kampüslü üniversitelerde okuyan gençlerin, müesses nizamın kutsallarına ve sloganlarına nasıl şevkle sahip çıktıklarını gördükçe...
Profillerine Atatürk resmi koydukları twitter’da, facebook’da yazdıkları sığ ezberleri okudukça...
Seçilmiş hükümete ve başbakana hakaret etmeyi ilericilik ve devrimcilik sayıp, iş oligarşik vesayet düzenini değiştirmeye gelince nasıl sistem savunucusu olduklarını gördükçe...
Oğlumu “eğitilmekten” nasıl korumalıyım diye düşünmeden edemiyorum.
***
“Öğrenci Kolektifi” diye ortaya dökülen gençleri dinlediniz mi?
Bulamaca dönmüş fikirlerini, solcuyuz derken Kemalist ezberlerle konuşmalarını, devrimci olmaktan bahsederken tepkilerini -nedense- oligarşik statükoya değil de seçilmiş hükümete yöneltmelerini gördükçe, “ne olmuş bu gencecik insanlara?” demiyor musunuz?
***
AK Parti’den nefret etmeyi statü sembolü hâline getiren kentli orta ve zengin sınıfın “en iyi okullarda!” okumuş çocuklarına sorsanız, hepsi ilerici ve çağdaştır.
Ama 70 yıl öncesinin totaliter tek parti ideolojisinin sloganlarını tapınırcasına benimsemekten gocunmazlar.
Demokrasi derler ama demokratik seçimle gelen iktidarı düşman olarak tarif ederler.
Aldığı oyları da küçümser, “cahil halk” derler.
Zira, kendileri eğitimlidir!
İlkokuldan beri İngilizce öğrenmekte, bale, drama, gitar... ne kadar kurs varsa gitmektedirler.
Eğitimsiz halk öyle mi ya!
İşte böyle gidip “Akepe’ye” oy verirler onlar!
Oysa, o burun kıvırılan halkın eğitim düzeyi düşük belki...
Ama idrakleri, firasetleri birçok “diploma koleksiyoncusu marka çağdaşından” yüksek...
Zira dogmatik eğitim sistemi onları fazla tahrip edememiş.
İşte bu yüzden, oğlumun “düşünme melekelerinin” eğitim sisteminde dumura uğramaması için dua ediyorum.<br />
<br />
<br />
Mustafa Selçuk<br />
Türkiye Gazetesi<br />
12 Aralık 2010 Pazar<br />
<br />Vefâ Arşivihttp://www.blogger.com/profile/04926524581757195702noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-6403052805368575124.post-3840231435475916292010-09-15T17:13:00.002+03:002010-09-15T17:23:43.576+03:00Sen Bir Az-Gelişmişsin<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjFP6lUOK9Uzu6EXnsyzavwEYdi0Sc9sns_mbICxrIRJqSen7xDq-H19FKpxkd_l8SQwfr39bkN6fD8VisFU_eHv5PEfouskhBk5d2ZuJ8kPl1HMzFRd7WoRT-8ASkAjpG3EZt3n3rjacw/s1600/cm.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 148px; height: 175px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjFP6lUOK9Uzu6EXnsyzavwEYdi0Sc9sns_mbICxrIRJqSen7xDq-H19FKpxkd_l8SQwfr39bkN6fD8VisFU_eHv5PEfouskhBk5d2ZuJ8kPl1HMzFRd7WoRT-8ASkAjpG3EZt3n3rjacw/s400/cm.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5517145703046323794" /></a><br />“Kıtaları ipek bir kumaş gibi keser biçerdik. <br />… <br />Bir biz vardık cihanda, bir de küffar… <br /><br /> Zafer sabahlarını kovalayan bozgun akşamları. İhtiyar dev, mazideki ihtişamından utanır oldu. Sonra utanç, unutkanlığa bıraktı yerini, “Ben Avrupalıyım” demeğe başladı, “Asya bir cüzzamlılar diyarıdır.” <br /><br /> Avrupalı dostları, acıyarak baktılar ihtiyara ve kulağına: “Hayır delikanlı”, diye fısıldadılar, “sen bir az-gelişmişsin.” <br /><br /> Ve Hıristiyan Batı’nın göğsümüze iliştirdiği bu idam yaftasını, bir “nişan-ı zişan” gibi gururla benimsedi aydınlarımız.” <br /><br /> <strong>Cemil Meriç</strong>Vefâ Arşivihttp://www.blogger.com/profile/04926524581757195702noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-6403052805368575124.post-53246229319803380552010-09-15T17:06:00.002+03:002010-09-15T17:12:28.231+03:00Canım İstanbul<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgDTzSaJi8gNRAvefXoIczFdqpyqCcIIrtcR_Pcn5MLRihqKnHCCdUqhSlAWFHMGxvqVUa9gn3mRbwNigBWbB-ZpGeeqcyQHxZ45myPnVd2mHwG5_d9H4LcPCDt4GJCYp41F7EiIBFIkdc/s1600/istanbul01aw1.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 400px; height: 330px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgDTzSaJi8gNRAvefXoIczFdqpyqCcIIrtcR_Pcn5MLRihqKnHCCdUqhSlAWFHMGxvqVUa9gn3mRbwNigBWbB-ZpGeeqcyQHxZ45myPnVd2mHwG5_d9H4LcPCDt4GJCYp41F7EiIBFIkdc/s400/istanbul01aw1.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5517142776905648258" /></a><br /><br />Ruhumu eritip de kalıpta dondurmuşlar; <br />Onu İstanbul diye toprağa kondurmuşlar. <br />İçimde tüten bir şey; hava, renk, edâ, iklim; <br />O benim, zaman, mekân aşıp geçmiş sevgilim. <br />Çiçeği altın yaldız, suyu telli pulludur; <br />Ay ve güneş ezelden iki İstanbulludur. <br />Denizle toprak, yalnız onda ermiş visale; <br />Ve kavuşmuş rüyalar, onda, onda misale. <br /><br />İstanbul benim canım; <br />Vatanım da vatanım... <br />İstanbul, <br />İstanbul... <br /><br />Tarihin gözleri var, surlarda delik delik; <br />Servi, endamlı servi, ahirete perdelik... <br />Bulutta saha kalkmış Fatih'ten kalma kır at; <br />Pırlantadan kubbeler, belki bir milyar kırat... <br />Şahadet parmağıdır göğe doğru minare; <br />Her nakışta o mâna: Öleceğiz ne çare? <br />Hayattan canlı ölüm, günahtan baskın rahmet; <br />Beyoğlu tepinirken ağlar Karacaahmet... <br /><br />O mânayı bul da bul! <br />İlle İstanbul’da bul! <br />İstanbul, <br />İstanbul... <br /><br />Boğaz gümüş bir mangal, kaynatır serinliği; <br />Çamlıca'da yerdedir göklerin derinliği. <br />Oynak sular yalının alt katına misafir; <br />Yeni dünyadan mahzun, resimde eski sefir. <br />Her aksam camlarında yangın çıkan Üsküdar, <br />Perili ahşap konak, koca bir şehir kadar... <br />Bir ses, bilemem tanbur gibi mi, ud gibi mi? <br />Cumbalı odalarda inletir “Kâtibim”i... <br /><br />Kadını keskin bıçak, <br />Taze kan gibi sıcak… <br />İstanbul, <br />İstanbul... <br /><br />Yedi tepe üstünde zaman bir gergef isler! <br />Yedi renk, yedi sesten şayisiz belirişler... <br />Eyüp öksüz, Kadıköy süslü, Moda kurumlu, <br />Adada rüzgâr, uçan eteklerden sorumlu. <br />Her şafak Hisarlarda oklar çıkar yayından <br />Hâlâ çığlıklar gelir Topkapı Sarayından. <br />Ana gibi yâr olmaz, İstanbul gibi diyar; <br />Güleni söyle dursun, ağlayanı bahtiyar... <br /><br />Gecesi sümbül kokan <br />Türkçesi bülbül kokan <br />İstanbul, <br />İstanbul... <br /><br /><strong>Necip Fazıl Kısakürek </strong>Vefâ Arşivihttp://www.blogger.com/profile/04926524581757195702noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-6403052805368575124.post-28957784996260665002010-09-15T16:34:00.002+03:002010-09-15T17:05:58.246+03:00Hak Yolunda Gidenlerin<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgs55z4U0OjOi4QPihhcuDQmzUwOFHN1fRD8i5kjxSpRKsAmbAIjcUZs5M-f1YPe6yGI9JqKXBJhLQ2evPzCBCF0EKsNJfjTq-w61yYMS20OX1HfsFxMoRwAORM5F-V10u6tej_VIrpkT4/s1600/Forest.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 400px; height: 300px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgs55z4U0OjOi4QPihhcuDQmzUwOFHN1fRD8i5kjxSpRKsAmbAIjcUZs5M-f1YPe6yGI9JqKXBJhLQ2evPzCBCF0EKsNJfjTq-w61yYMS20OX1HfsFxMoRwAORM5F-V10u6tej_VIrpkT4/s400/Forest.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5517141076057744402" /></a><br /><br />Hak yolunda gidenlerin <br />Asa olsam ellerine <br />Er pir vasfın edenlerin <br />Kurban olsam dillerine <br /><br />Torunuyuz bir dedenin <br />Tohumuyuz bir bedenin <br />Münkir ile cenk edenin <br />Silah olsam ellerine <br /><br />Bir üstada olsam çırak <br />Bir olurdu yakın ırak <br />Kemiğimi yapsam tarak <br />Yar saçının tellerine <br /><br />Vücudumu kavursalar <br />Yönüm yâre çevirseler <br />Harman edip savursalar <br />Muhabbetin yellerine <br /><br />Vakit kalmadı durmağın <br />Kaldır Seyrani parmağın <br />Deryaya akan ırmağın <br />Katre olsam sellerine <br /><br />SeyraniVefâ Arşivihttp://www.blogger.com/profile/04926524581757195702noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-6403052805368575124.post-40969106119591080472010-08-27T19:10:00.002+03:002010-08-27T19:17:38.053+03:00Kişilik<a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgzcDAB4xrweFf21Me96o3rUfsNdIU0gNu4XPqGkJszjUVEEwnbMResztaTtYMmD8xfxpJVCFmjbAMvs6J9LsWj8JLaHM_qLV_e-xNYJql7AtGK9SZQlaJgXkcOM7mNSV43b0Wf2RSGRnw/s1600/AllDay.ru_24.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 400px; height: 300px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgzcDAB4xrweFf21Me96o3rUfsNdIU0gNu4XPqGkJszjUVEEwnbMResztaTtYMmD8xfxpJVCFmjbAMvs6J9LsWj8JLaHM_qLV_e-xNYJql7AtGK9SZQlaJgXkcOM7mNSV43b0Wf2RSGRnw/s400/AllDay.ru_24.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5510124294257099986" /></a><br />"1982 yılı... <br />Gazi Üniversitesi Basın Yayın Yüksek Okulu'nda 2. sınıf öğrencileri Türkiye Ekonomisi dersinin hocasını bekliyor. <br />Sınıf, öğrencilerin gürültü patırtısıyla sallanırken sert görünümlü hoca kapıda beliriyor. İçeriye kızgın bir bakış atıp kürsüye geçiyor. <br />Tebeşirle tahtaya kocaman bir (1) rakamı çiziyor. <br />"Bakın" diyor. "Bu, kişiliktir. Hayatta sahip olabileceğiniz en değerli şey..." <br />Sonra (1)'in yanına bir (0) koyuyor: <br />"Bu, başarıdır. Başarılı bir kişilik (1)'i (10) yapar". <br />Bir (0) daha... <br />"Bu, tecrübedir. (10) iken (100) olursunuz." <br />Sıfırlar böyle uzayıp gidiyor: Yetenek... Disiplin... Sevgi... <br />Eklenen her yeni (0)'ın kişiliği 10 kat zenginleştirdiğini anlatıyor hoca... <br />Sonra eline silgiyi alıp en baştaki (1)'i siliyor. <br />Geriye bir sürü sıfır kalıyor. <br />Ve Hoca yorumu patlatıyor: <br />"Kişiliğiniz yoksa, öbürleri hiçtir!!!..."<br />Sınıf, mesajı alıp sessizliğe gömülüyor." <br /><br />?Vefâ Arşivihttp://www.blogger.com/profile/04926524581757195702noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-6403052805368575124.post-71095231357885207192010-08-27T18:42:00.000+03:002010-08-27T18:44:27.260+03:00Hepimiz Osmanlıyız!.. - II -Sultan II. Abdülhamid Han’ın başkadın efendilerinden biri hayli yaşlanmış olduğu halde Teşvikiye’de mukimdir. Bir sabah ezan vakti kapıları çalınır. Kapıyı kadın efendinin kızı açar ve açmasıyla birlikte donakalır. Karşısında Başvekil Adnan Menderes durmaktadır. Hemen kendini toparlayarak içeri buyur eder. Başkadın efendi gelenin kim olduğunu sorar? Kızı ne desin? Başvekil dese, o da ne? diyecek Saniyelik bir tereddütten sonra cevabı şu şekilde verir:<br />-Türkiye’nin sadrazamı.<br />“Türkiye’nin Sadrazamı” hal-hatır faslından sonra ikram edilen bir fincan kahveyi içer ve müsaade ister. Ayağa kalkarken koyun cebinden çıkarttığı zarfı önündeki sehpaya yavaşça bırakır “ihtiyaçlarınız için âcizâne hediyemizdir.”<br />Menderes niçin asıldı?<br />Şunlardan dersek bize katılır mısınız?<br />Ezanın Arapça okunmasına izin verdiği için.<br />Bu millet isterse Hilafeti de getirir dediği için.<br />Ben Orduyu yedek subaylarla da idare ederim dediği için.<br />Osmanlıyı böylesine sevdiği için.<br />Çeyrek asır önceydi...<br />Fatih’teki Hakikat Kitabevi, o zaman Işık Kitabevi’nin deposuydu. Bir bayram sabahı bu depoyu arkadaşlarla doldurmuştuk. Tam İlmihal kitabının müellifi Hüseyin Hilmi Işık Hocamız, mütebessim bir çehreyle içeri girdiler Bizlerle teker teker bayramlaştılar. Şöyle diyorlardı: “Iydiniz saîd olsun kardeşim”. Bayramlaşmadan sonra ilk sözleri şu oldu: “Bizim ilk mürşidimiz ana-babalarımızdır. Sonraki mürşidimiz ise Osmanoğullarıdır. Osmanoğulları olmasaydı şimdi kim bilir neydik?” <br />Bundan 15 yıl kadar önceydi. Hacegân Lokantasında bir velime yemeğindeydik. Eski Van Müftüsü muhterem Kasım Arvasi ile yan yana oturuyorduk. Söz, Osmanoğullarına geldi. Müftü amcamız, bir şey dediler. O güne dek hiç işitmemiştik. “Abdülhakim Arvasi Hazretleri buyurdular ki; ‘Osman-oğulları seyyid idiler fakat her ne hikmetse bunu âşikâr etmediler.’ <br />Mehmet Said Arvas Hocamız, Hollanda’da bir hadise anlattılar. “Bir gün birisi Timur Han’ı rüyasında görür. Cehenneme götürmektedirler. Tam o esnada Sevgili Peygamberimiz -aleyhisselam- görünür. ‘Durun’ buyururlar, ‘Bu, evlatlarıma çok hizmet etti!’ Timur, kurtulur. Said Hocamız, devam ettiler: “Bu hadiseyi bir yerde anlattığımda dinleyen gençlerden biri şöyle sordu; ‘Peki efendim, o devirde yaşasaydık Yıldırım’ın mı, Timur’un mu yanında yer alacaktık?’ Said Hoca, şu cevabı vermiş: “Tabii ki Yıldırım’ın yanında yer alırdık. Çünkü Abdülhakim Arvasi Hazretleri buyurdular ki; ‘Eshabı Kiramdan sonra İslamiyet’e en büyük hizmeti Osmanoğulları yapmıştır...”<br />Bu yüksek şerefi Türk Milletine Hânedân-ı âli Osman bağışlamıştır.<br />Bu aile, 1924’te Türk Milleti adına, fakat Türk milletine rağmen, bu ülkeden 48 saat içinde yurt dışı edildi. Onlardan bazıları yoksul düştü ancak asla ahlaktan düşmediler. En zor zamanlarında bile devlete küsmediler, devlet aleyhine tek kelime etmediler.<br />Şehzade Ertuğrul Osman Osmanoğlu, İstanbul’da vefat etti. Hanedan Reisi bu Osmanoğlunun hususiyeti, Saray Terbiyesi ile büyümüş son kişi olmasıydı. <br />Hanedan’ın, Türk milletinin, Osmanlı Milletler Topluluğu’nun başı sağ olsun.<br />Şehzade Ertuğrul Osmanoğlu’na rahmet niyaz ediyoruz..<br />Onun ölümüyle Osmanlı bitmedi.<br />Osmanlı, bu milletin şahs-ı <br />mânevisinde mündemiçtir.<br />Çünkü, hepimiz Osmanlıyız.<br />Bu toprakların her unsuru, Türk, Kürt, Arap, Ermeni, Rum, Arnavut, Bulgar... hepimiz.<br />Çünkü biz, Devlet-i Ebed Müddetiz.<br /><br />Entellektüel Boyut - Rahim Er <br />29 Eylül 2009 Salı <br />Türkiye GazetesiVefâ Arşivihttp://www.blogger.com/profile/04926524581757195702noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-6403052805368575124.post-33139443584916752552010-08-27T18:38:00.001+03:002010-08-27T18:42:41.024+03:00Hepimiz Osmanlıyız!.. - I -> Washington DC<br /><br />Sene 1952, Başvekil Adnan Menderes, Fransa’ya resmi bir ziyaret yapar. O ziyaret esnasında Hanedan-ı âli Osman’dan bazı kadın âzâların Fransız ordusunda çamaşırcılık yaptığını öğrenir. Buna çok üzülür, kalbi burkulur. Türkiye’ye dönüşünde Çankaya’ya çıkar. Reis-i Cumhur Celal Bayar’dır. Başvekil, ziyaretine dair malumatı arz ettikten sonra Hanedan mensubu kadınların içine düştükleri perişan vaziyeti dile getirir. <br />Merhum Başvekil şunu der:<br />-Bunlar, bu millete 650 sene hizmet etmiş bir ailenin ferdleridir. Şu oldu-bu oldu, doğru yanlış, her ne ise şu ân memleket haricindeler ve vaziyetleri de hepimizin hicaptan yüzünü kızartacak hâldedir. Zât-ı âlilerine şunu teklif ediyorum “vatana kabul edelim, bari kendi ordumuzda aynı işi yapsınlar.” Bayar, olanca gaddarlığını takınarak teklifi reddeder “hayır!” Zira “Atatürk, seni sevmek ibadettir!” diyen kıdemli bir ittihatçının böyle bir teklifi kabul etmesi kendini inkâr olacaktır. Cevap üzerine Menderes, masadan boş bir kâğıdı kaptığı gibi istifa istidasını yazar ve odayı sür’atle terk eder. Muhatabı, merkepten düşmüş gibidir. Arkasından baka kalır. Kendini toparlar toparlamaz da adamlar koşturur. Galip gelen zarif Menderes’tir. Böylece kısa süre sonra “Hanedanın kadın azalarının yurda kabulüne dair kanun” ismiyle bir kanun çıkartılır. Sadece Hanımlara yol açılmıştır. Bazıları gelirler. Çünkü bu defa da aileler parçalanmaktadır. Çoğu kırgındır. Bazı erkekler ise İstanbul’u uzaktan da olsa bir kere seyredebilmek için Boğazdan transit geçen gemilere binerler.<br />Hanedanın erkek üyelerini kabulü için 1974 yılına kadar beklemek gerekecektir.<br />1960’lı yılların sonuna doğru Kadir Mısıroğlu OSMANOĞULLARININ DRAMI ismindeki fevkalade kıymetli eserini hazırlamak için yaptığı araştırmalar zımnında Fransa’nın Nice şehrine de gider. Sultan Abdülaziz Han’ın oğlu Şehzade Mahmud Şevket Efendi, burada yaşamaktadır. Çektikleriyle şehzadeyi civanbaht mı, şehzadeyi bedbaht mı olduğu münakaşa mevzuu olacak olan şehzade, yatalak kızı Nermin Sultan’la birliktedir. Ressamlık yaparak hayatını idame ettirmektedir. <br />Muhterem Mısıroğlu ile şehzade Efendi’nin konuşmalarında Şehzadenin şu hükmü, muhteşem bir tarihi tesbittir. Şöyle der:<br />-Erkek âzâlara da izin verecekler. Fakat Saray terbiyesi ile büyümüş nesiller vefat ettikten sonra.<br />Burada anahtar kelime Saray Terbiyesidir.<br />Sene 1974, CHP-MSP iktidarı iş başındadır. Başbakan Bülent Ecevit’tir. Komünist militanlar için af çıkartılacaktır. Demokratik Parti Konya Milletvekili Hasan Korkmazcan ve bir kısım arkadaşlarının teklifiyle çıkacak kanuna bir fıkra daha eklenir. O fıkra, Osmanoğulları’nın erkek evladının da Türkiye’ye gelmesine imkân vermektedir. O sırada birçok kimse bu kanuna muhalefet etti. Anarşist ve komünistlerle birlikte bir af hazmedilemiyordu.<br />İmkân veya izin değil de af.<br />Kim kimi affedecekti?<br />Kim kimi affetmişti?<br /><br />Entellektüel Boyut - Rahim Er <br />28 Eylül 2009 Pazartesi <br />Türkiye GazetesiVefâ Arşivihttp://www.blogger.com/profile/04926524581757195702noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-6403052805368575124.post-66616104259138049542010-08-27T17:48:00.001+03:002010-08-27T17:54:03.404+03:00Tenkitten hoşlanır mısınız?Dürüst olalım. Kimse eleştiriden, yaptığı işin kritik edilmesinden haz etmez. İnsanın tabiatında takdir edilme ihtiyacı vardır. Marifet iltifata tabidir sözü herkesin malumudur. “Eleştirilere açığım” diyenler dahi, o “güvenli duruş”un altında “eleştiri olmasa keşke...” hissini saklarlar. Duygusal olarak böyle; lakin aklı selim sahibi olanlar, rasyonel davrananlar, yaptıklarından emin olanlar, komplekslerinden arınmış olanlar için eleştiri, rahatsız edici olmaktan çıkar. Hatta faydalanılan, “daha iyisi için dikkate alınan” bir “geri besleme” unsuru haline gelir. Mesela, yaptığı işe, sahip olduğu makama uygun niteliğe sahip olan, eğitim, donanım, yetenek olarak yeterli olduğunu bilen bir kimse tenkit edildiğinde, bundan gocunmaz; kendini savunsa dahi, o tenkidin içinden işine yarayacak birşeyler bulur ve bir dahaki sefer için değerlendirmek üzere dağarcığına atar. Evet, eleştirilmekten o da hoşlanmaz ama, istifade etme cihetine gider. Rahattır, zira kendini savunmaya ve negatif düşünmeye sevkeden kompleksleri yoktur.<br /><br />Hasım<br />Kendinden ve niteliklerinden emin olmayanlarsa eleştiriyi, “kendilerine karşı yapılan bir hamle, düşmanca tutum” gibi algılarlar. Hemen savunmaya ve bu arada da eleştiri sahibine yönelik ithamlara girişirler. Zira eleştirinin, dikkatleri kendi noksanlarına, yetersizliklerine çekmesinden tedirgin olurlar. Her tenkidi, kendi donanım eksikliklerine yapılan bir vurgu olarak kabul ederler. Zira kendilerine bir türlü güvenememektedirler; yapılan her eleştiriyi, elde ettikleri mevkiye veya imkânlara yönelik bir saldırı olarak görürler. Haliyle de “eleştiriden istifade etme imkânını” ıskalarlar. Her eleştiri bir “saldırı” olduğu için de, “mukabil saldırıya geçerler”. Böylelikle kendilerini “savunurlar”. Oysa, yapıcı manadaki her eleştiri, kendi içinde bir tekamülü de barındırır. Eleştiri, yaptıklarımızın başkaları tarafından da dikkate alındığını, değerlendirildiğini gösterir. Tenkit ediliyorsak önemseniyoruz demektir. O halde kızmaya, tedirgin olmaya, savunmaya geçmeye gerek yok; eleştiri dinamizm getirir.<br /><br />Türkiye Gazetesi <br />Mustafa Selçuk<br />24 Şubat 2007 CumartesiVefâ Arşivihttp://www.blogger.com/profile/04926524581757195702noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-6403052805368575124.post-30801244140341336942010-06-15T23:00:00.002+03:002010-06-15T23:16:55.878+03:00Yaratmak ve mucize göstermekKültür erozyonundaki kayıplarımızdan biri de değerlerin gördüğü tahribat. Tabiî ki bir kasıt yok ama, bilgisizliğin yol açtığı aşınma var. Kimse “…tedavi ettim” diye konuşmaz. Tedavi fiili, belli şartlarda hekimlerin yetkisindedir. Bunun gibi kimse “yarattım” da diyemez, dememeli. Yaratmak, yüce Allah’a ait bir fiil. Yaratmak, yoktan var etmektir. Mevcut değilken halk etmek. Halk etmek, Halik’ın inhisarındadır. Yaratmak kelimesi, bilenleri dehşete düşürecek bir şekilde telaffuz ediliyor. Evvela creation “kreasyon” kelimesi yerine söylenir oldu. Sonra müzik yapan, resim çizen, kitap yazan… herkes, hiç çekinmeden, hiçbir mânevî ürperti duymadan “yarattım” demeye başladı. Öylece de gidiyor. İnsan, haddini bilmeli. Yüzündeki sivilceyi sağaltmaktan âciz, zavallı insan, neyi ne ile nasıl yaratır? İnsan, imal eder, inşa eder, yapar, keşfeder, bulur, yazar, çizer, besteler… fakat yaratamaz. <br /><br />Sorumsuzluklardan birini de mucize kelimesi için görüyoruz. <br /><br />Futbolcunun gol atmasından tutun da daha neye ve nerelere kadar “bu bir mucize” denip duruyor. En son örneğini Konya’daki Zümrüt Apartmanı enkazından bir yaralının kurtarılmasında yaşadık. Bu yaralıyı Lady/leydi isminde bir Jandarma köpeği haber verdi. Önce bir gencin sonra da bir genç hanımın üstelik de 6 gün sonra enkaz altından kurtarılması hepimizi sevince gark etmişti… Muhabirlerse hesapsızca “mucize” deyip duruyorlardı. <br /><br />Zaten bu çökmenin flaş kelimesi “mucize”. <br /><br />Dildeki fukaralığın bir tezahürü. Harikulade, harika, fevkâlâde, olağanüstü, insanı hayrete düşüren ve benzeri kelimeler hatırlanamıyordu. Hadi bu dikkatsizliği görev ve mesleğinin başındaki muhabirlerin iş heyecanına verelim. Peki, yılların gazetesinin “leydi ile gelen mucize” diye manşet atmasına ne demeli? <br /><br />Yaratmak, münhasıran, ancak ve yalnız Allah’a mahsus olduğu gibi mucize göstermek de münhasıran, ancak ve yalnız Peygamberlere mahsustur. <br /><br />Haberde sür’ate, ânında canlı bağlantı imkânlarına, 60 sayfalık gazetelere kavuştuk. Keyfiyette ise çok şey kaybettik. Manzara ortada, bir değere gereken değer verilmeyince nasıl vahim bir sonuç doğuyor. <br /><br />Bu nasıl manşettir? <br /><br />Rahim Er <br />11 Şubat 2004 Çarşamba <br />Türkiye GazetesiVefâ Arşivihttp://www.blogger.com/profile/04926524581757195702noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-6403052805368575124.post-43579993313239671702010-06-15T22:52:00.002+03:002010-06-15T22:58:47.552+03:00Bir saatBirini düşün ki işi yok, mesleği yok; geliri, malı, evi ve eşyası yok. Sokakta kalsa gidecek yeri, sığınacak kapısı yok… <br /><br />Fakat biri var ki onu seviyor; koruyor, kolluyor. Onun için de çalışıyor; kendi kazancından ilk payı ona ayırıyor. Kendinden önce ona kıyafet alıyor, kendinden önce onun yemesini istiyor. Bir ihtiyacı olduğunda, kendininkileri unutup ona lazım olanı bulmaya çalışıyor ki böyle davranmaktan mutlu oluyor… <br /><br />***<br /><br />Evi olmayan için kendi evinde bir oda açıyor; bu odayı ona uygun eşyalarla donatıyor ve dolaplarını onun için alınmış giysilerle dolduruyor… <br /><br />Sofrada yer açılıyor ona. Yemekler hazırlanırken, ilk önce onun hangi yemeği sevdiği veya hangi gıdaya ihtiyacı olduğu hatırlanıyor. Bütün ihtiyaçları ve rahatsızlıkları bu evin birinci derecede önemli işleri olarak kabul ediliyor. <br /><br />Dışarıdan ve dışarıdaki yabancılardan gelebilecek her türlü rahatsızlık için bütün önlemler alınıyor. Rahat etmesi için; dinlenmesi ve eğlenmesi için seferber olunuyor. Geliri olmadığından; akla gelmeyen ufak tefek ihtiyaçlarını kendi karşılayabilmesi için cebine bir miktar harçlık da konuluyor… <br /><br />*** <br /><br />Hayal etmeni istediğim bu insanlar arasındaki bağın kuvvetini, sevginin gücünü tahmin edebiliyor musun?.. Bütün ihtiyaçları karşıladığı gibi zaten hep karşılamak isteyen ve bundan da çok mutlu olan kişinin, diğeri tarafından nasıl bir duyguyla sevildiğini anlayabiliyor musun? <br /><br />Öyleyse şimdi, şuna cevap ver: Bütün bu fedakârlıkları yapan insanın; diğerinden bir tek şey istemeye hakkı olabilir mi sence?.. Mesela; <br /><br />“Bütün işlerinden, istirahat ve eğlencenden arta kalan zamanın sadece bir saatinde, şu elimde tuttuğum kitaptan okur musun?” Dese, ne der? Yani ne dersin?.. <br /><br />*** <br /><br />Kısa süren sessizliği şu cümleler bozdu: <br /><br />“Bir evlat, elbette bu ricayı kıramaz! Ben de elbette alacağımı aldım bu sözlerden. Hayatımı şekillendirecek olan bu kitaplardan elbette bir saat okurum… Bir aile sıcaklığının, bir ana babanın yaptıklarının karşılığı nasıl ödenebilir, onların böyle bir ricası nasıl geri çevrilir?..” <br /><br />Muammer Erkul <br />31 Ekim 2008 Cuma <br />Türkiye GazetesiVefâ Arşivihttp://www.blogger.com/profile/04926524581757195702noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-6403052805368575124.post-88444314546152812682010-06-15T22:49:00.000+03:002010-06-15T22:52:20.705+03:00Dilimize Sahip CikmakBir milleti meydana getiren başlıca unsurlardan ikisi, dil ve din diye tarif edilir. Dinde de dilin yeri, önemi büyüktür. Ecdadımızın yazdığı bir Mızraklı ilmihali okuyamayan genç, dinini nasıl öğrenecektir? <br /><br />İnsan hakları ile ilgili tapu kayıtlarının önemi büyüktür. Bunları okuyacak insan sayısı, gittikçe azalmaktadır. Çok zengin olan arşivimizi, kitaplarımızı okuyup anlayacak kimse kalmayınca ne yapılacak? İrfan hazinemizden faydalanmak için, uydurmacılığa milletçe karşı çıkmak millî bir vazifedir. Dili korumak, vatanını korumakla birdir. Dil, vatan gibi, örf ve âdetlerimiz gibi büyük bir önem arz eder. Milli kültürün esası dildir. Başka dilden gelen kelimeler, değişikliğe uğrayarak yeni bir özellik kazanmışsa, o kelime artık yabancı olmaktan çıkmış, o milletin malı olmuştur. <br /><br />Asırlardır kullanarak öz malımız haline gelen bu kelimeleri atmak, (daha önce bu topraklar yabancıların olduğu için mesela, İstanbul Bizans’tan gelmedir, istemeyiz) demeye benzer. İstanbul bizim vatanımız oldu. Hak, adalet, ilim gibi kelimeler de malımızdır. Malımızın atılmasına göz yumulmamalıdır. <br /><br />Dünyada hiçbir dil, saf olmadığı gibi, saf olması da mümkün değildir. İngilizce’nin yarıdan fazlası Fransızca’dır. Fransızca’nın, hemen hepsi başka dillerden gelmiştir. Çoğu Latin ve Grek asıllıdır. En saf olan Arapça’da bile İbrani, Süryani, Türk ve Avrupa menşeli birçok kelime vardır.<br /><br />Kamyon, tren, kravat, sonu ist ile biten sosyalist ve kapitalist, sonu tör ile bitenler, traktör ve vantilatör, sonu siyonla biten enflasyon, istasyon gibi Fransızca’dan gelen kelimeler; çek, maç, gol gibi İngilizce’den; fasulye, polis, anahtar gibi Yunanca’dan; nisan, şubat gibi Süryanice’den; kitap, kalem, insan, vatan, halk gibi Arapça’dan; çoban, kâğıt, çarşaf gibi Farsça’dan gelen kelimeler ile mazot [Rusça], çay [Çince], makarna [İtalyanca],] gibi kelimeler, dilimize yerleşmiştir. Bunları atıp yerine sözcük uydurmak, kültür emperyalizmidir, dilimize yapılan bir suikasttir.<br /><br />Ağaçtaki kuru dalları ayıklarken balta ile dal ve kökleri kesmek ağaca zarar verir. Meyve ağacı balta ile budanmaz. Budama makası gerekir. Budama gibi, aşılama da rasgele olmaz. Ameliyat bıçağı, aşı bıçağından ayrıdır. Portakal yaprağı, çam ağacına konsa iğreti durur. Ağaçta da, dilde de gelişmenin tabii olması, bünyeye uyması şarttır. Dilin de kanunları vardır. Kanunsuz müdahale, onu dejenere eder.<br /><br />Kuralsız kelime uydurmak hastalıktır. Psikolog Ayhan Songar, (Bazı akıl hastaları, durup dururken kelime uydurur. Bu kelimeler, bazen hiç anlaşılmaz bir uydurma dil haline gelebilir) diyor.<br /><br />Uydurma kelimeler, dağdan gelip bağdakini kovarsa ne olur? Devlete İlkut diyorlar. Eğer İlkut yayılırsa, ortada devlet kalmaz. Özgürlük gırtlağımıza çıkarsa, hürriyetimiz yok oldu demektir. Yaşam her yeri kaplarsa, hayatımız sona ermiş olur. Kitap yerine Betik, kütüphaneleri doldurursa kitapsız kaldık demektir. Vicdan yerine Bulunç ortada gezerse, artık vicdansız oluruz. Demokrasi denilen Budunbuyrun zorbası, Meclise de girerse, demokrasi yıkılmış olur. Doygu rızıkmış. Doygu, egemen olursa, maazallah rızkımız kesilir. Düzence disiplinmiş. Düzence her yere girerse, hiçbir yerde disiplin kalmaz. İstikamet yerine Yönelti yolumuza çıkarsa, istikametimizi şaşırırız. Eser, Yapıt olursa, tarihi eserlerimiz yıkılmış olur. Ulusçuluk milliyetçilikmiş. Ulusçuluk borusu öterse, milliyetçilik susar. Nasıl dil tasfiyecileri kelimeleri bilinçli çıkarmak istiyorsa, sağ duyu sahipleri de şuurluca uydurukçadan uzak durmalıdır. <br /><br />Mehmet Ali Demirbaş <br />22 Haziran 2000Vefâ Arşivihttp://www.blogger.com/profile/04926524581757195702noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-6403052805368575124.post-28616133271472490242010-06-15T22:45:00.002+03:002010-06-15T22:49:13.133+03:00Türk dilini bozuyorlarBir sürü uydurma kelime çıkardılar. Bunlar Türk dilini bozuyorlar. Bazı örneklerle zararlarını açıklar mısınız? <br /><br />Çok kimse, yanlış olarak, meşhur oldu yerine, şöhret oldu, geçen yıl yerine, geçtiğimiz yıl, ucuzluk yerine, şok indirim veya mucize indirim diyorlar. <br /><br />İlim sahibi olana âlim oldu denir, ilim oldu denmediği gibi, şöhret sahibi olana da, şöhret oldu denmez, meşhur oldu denir. Meşhur yerine, şöhretli veya ünlü de denebilir. <br /><br />Geçtiğimiz yıl, geçtiğimiz ay, geçtiğimiz hafta, geçtiğimiz gün denmez. Çünkü biz zamanı değil, zaman bizi geçmektedir. <br /><br />Şok; kaza, beklenmeyen kötü bir olay demektir. Fiyatlar ucuzlayınca alıcı niye şok olsun? Fiyatlar çok yükselince insan şok veya şoke olur. Şoke olmak, birdenbire şaşırmak, hoşa gitmeyecek bir şeyle karşılaşmak demektir. Hele mucize indirim demek çok yanlıştır.<br /><br />Dil tasfiyecileri, bir sürü uydurma kelime çıkardılar. Bu kelimeler bilhassa iki yönden daha zararlıdır:<br /><br />1- İhtiyaç yokken, sırf bir kelime başka dilden geldi diye, mutaassıp kelimesini atıp yerine, hiçbir kaideye uymayan uydurma bir sözcük, mesela bağnaz koymak dilde anarşiye yol açar. <br /><br />2- Osmanlı arşivlerini, lüzumlu vesikaları yıllardır okuyacak kimse bulunamadı. Bu fark edilince tedbir almaya çalıştılar. Osmanlı eserlerini bugünkü gençliğin anlaması gittikçe zorlaşıyor. Azerbaycan’dan bir genç geldi. Mızraklı ilmihal’in aslını okudum, rahatça anladı. İslam’ın koşulu beştir dedim. Anlamadı. Yarın şart kelimesi unutulup yerine koşul gelirse, kimse İslam’ın beş şartını bilemeyecektir. Bu uydurma kelimeleri tasvip etmemek bu bakımdan din gayreti olur. Müslüman, dininin unutulması için yapılan böyle çalışmaları hoş görmemelidir.<br /><br />Mektup, kitap yabancıdan yani Arapça’dan geldiği için onun yerine Betik kullanılmasını istiyorlar. Eğer bu betikler, topluma hâkim olursa, artık mektup yazamayacak, kitap okuyamayacağız.<br /><br />Saptamak sözcüğünü hançer gibi bağrımıza saplamaktan çekinmediler. <br /><br />Azman, aşırı şekilde gelişmiş demektir. Kurt azmanı köpekler böyledir. Azman vezninde yazman ve uzman var. Azmanlar, yazmanlar çoğalır, azmanlaşırlarsa, ortalıkta kâtip diye birine rastlamak mümkün olmaz. Azman veznindeki uzmanlar, çoğaldığından, artık mütehassıs elaman bulmak zorlaştı.<br /><br />Bu bağnaz dilciler, hayvanlardan esinlenerek [ilham alarak] hayvanlara benzer sözcükler üretmeye çalışıyorlar. Boğaya benzesin diye doğa, aygıra benzesin diye uygar sözcükleri buldular. Herkes uygar olursa, bir tek medeni kimse bulmak mümkün olmayacaktır.<br /><br />Kuyruk hayvanlarda olur. Bunun için kuyruk vezninde uyruk sözcüğü buldular. Köpeklerin hav hav, kedilerin miyav miyav sesinden esinlenerek sınav diye bir sözcük uydurdular. <br /><br />Hayvanlar arabaya koşulur. Koşulmak kelimesinin emir şekli koşul’dur. Bu koşulu şart yerine koymak, kelime düzenini alt üst etmek olur.<br /><br />Hâkim kelimesi Arapça olduğu için uydurma bir sözcük aradılar, yargı kelimesinden doğru olarak yargılayıcı veya yargıcı kelimesi mümkün iken, sırf uydurma olsun, kırlangıç’a benzesin diye yargıç sözcüğünü buldular. Yargıç yarma aleti demektir. Mahkemeye de yargıçevi diyebilirler.<br /><br />İzlemek, takip etmek iz üzerinde yürümek demektir. Seyretmek, bakmak anlamında kullanılması yanlıştır. Türkistanlı bir genç, (Televizyon izliyoruz) diyenlere şaşırıp kalır, (Ne o televizyon kaçtı da onu mu takip ediyorsunuz, izini mi sürüyorsunuz) der. Gülünç hale düşmenin ne âlemi vardır?<br /><br />Mehmet Ali Demirbaş <br />30 Mayıs 2000Vefâ Arşivihttp://www.blogger.com/profile/04926524581757195702noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-6403052805368575124.post-90803640080678515322010-06-15T22:21:00.002+03:002010-06-15T22:45:08.579+03:00Ahlâkı bozma gayretleriAhlakımızı bozma gayretleri dilimizde nasıl anlaşılır? Birkaç örnek verir misiniz? <br /><br />Ahlakımızı çökertmek için, aile mefhumunu kaldırma, rezaletleri meşru gibi, meşru olanları da kötü gibi gösterme gayretleri devam etmektedir. Hırsızlık, fuhuş, kumar, esrarkeş ve sarhoş olmak gibi dinimizde kötülükleri, iyi bir şey gibi göstermeye, hafife almaya çalışıyorlar. Birkaç örnek verelim: <br /><br />Hırsızlık yapana çok uyanık veya uyanığın biri diyorlar. Halbuki uyanık açıkgöz, zeki demektir. <br /><br />Şoför, kör kütük sarhoş yakalanıyor, alkollü idi, sarhoşken başkasını öldüren birine de, alkol almıştı deniyor. Sanki yanında bir kapta alkol taşıyormuş gibi basit gösteriliyor. <br /><br />Ahlaksız bayanlara sosyetik diyerek rezaletlerini hafife almaya çalışıyorlar. <br />Yurtdışından gelen denetimsiz, frengili, aidsli kötü bayanlara, fahişe denmiyor da, nataşa deniyor.<br /><br />Bir erkekle nikahsız gezen fahişeye, o erkeğin dostu diyorlar. Dost ne güzel bir kelimedir, fahişeye dost denir mi hiç? Bunlara metres de diyorlar. Metres, efendi, öğretmen demektir.<br /><br />Zina yapılan resmi yerlere, genel ev, özel yerlere randevu evi deniyor. Randevu buluşma demektir. Zina evi denmiyor, buluşma evi deniyor. Fahişe için hayat kadını, tele-kız ve daha başka cazip kelimeler kullanıyorlar. Hayat kadını, hayat veren kadın anlamında, Tele kızdaki kız ise, el değmemiş, bâkire anlamındadır. Zinayı hafifletmek için, cinsel taciz ifadesi kullanılıyor. Mesela, (Clinton cinsel tacizde bulunmuş) denmişti. Zina yerine kaçamak da deniyor, “Ara sıra kaçamak yapmalı” diyorlar. <br /><br />Puşta, ibneye, daha yumuşak bir kelime, mesela eşcinsel, travesti diyorlar. Birbiri ile kötü ilişki kurmaya çalışan bayanlara da lezbiyen, sevici diyorlar. Kötü iş yapmıyor da, sadece seviyor gibi gösteriliyor. <br /><br />Aksırınca (hapşırınca) elhamdülillah diyene, yerhamükellah yerine, çok yaşa diyorlar.<br /><br />Kötü şeyler iyi gibi gösterilirken, iyi şeyler de kötü gibi gösteriliyor. Birkaç da buna örnek verelim:<br /><br />Efendi kelimesi, asırlardır çok kıymetli zatlara verilmişti. Başta Peygamberimize, efendimiz diyoruz. Ama bugün, resmi dairelerdeki odacıya, kapıcıya, çaycıya basit işlerde çalışana efendi denerek, efendi kelimesi aşağılanmak isteniyor.<br /><br />Başörtüsü, çaycılık ve benzeri hizmetlerde çalışan bayana uygun görülüyor da, memurluk yapan bayana uygun görülmüyor. Allah’ın emri olan başörtüsüne, gayri meşru bir kıyafet gibi sıkma baş diyorlar. Başörtüsü dememek için türban da diyorlar. Dindar Müslümana, dinci, gerici, yobaz diyorlar. Sakallı olanlarına, çember sakallı diyorlar. Kastro tipi sakallılara da özgür sakallı diyorlar.<br /><br />Milli oyunlara, halk dansları deniliyor. Böylece dansı meşru göstermeye çalışıyorlar.<br /><br />Bakire kızlara, bayan diyorlar. Böylece bakireliğin önemi olmadığı havası verilmeye çalışılıyor. <br /><br />Allah’a ısmarladık yerine, emir verir gibi, ukalaca kendine iyi bak deniyor. <br /><br />İnşaallah yerine, umarım ki kelimesini kullanıyorlar. Hadis-i şerifte, (İnşaallah demekten daha faziletli iş yoktur) buyuruldu. Kesin işlerde de inşaallah denir. Allahü teâlâ, (Mescid-i harama inşaallah gireceksiniz) buyurdu. Yine Allahü teâlâ, (İnşaallah demeden hiçbir şeyi yarın yapacağım deme) buyurdu. <br /><br />İnşallahla maşallahla olmaz diyerek bu güzel kelimelerle de alay ediyorlar. Böylece bizim güzel mefhumlarımız kayboluyor, iyiyi, kötüyü tefrik edemez, anlaşamaz bir toplum haline geliyoruz. Bunların oyununa gelmemelidir.<br /><br />Mehmet Ali DemirbaşVefâ Arşivihttp://www.blogger.com/profile/04926524581757195702noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-6403052805368575124.post-90759275576127023872010-04-27T00:13:00.001+03:002010-04-27T00:15:15.167+03:00Hâlâ oralardayızBir temmuz günüymüş. Hava kurşun gibi ağırmış, fırın kadar sıcak. Bir tek yaprak bile sallanmıyor, hararet ben buradayım diyormuş. Kahramanımız işsiz güçsüzmüş. Semtini bir uçtan öte uca kolaçan etmiş birilerine takılıp mavra kesmeye kalkmış. Ama nedense o gün sinirleri tepesindeymiş muhataplarının. Dinlemeye bile tenezzül etmeden def etmişler başlarından. Güneş beynine geçip de gözünün önünde kelebekler uçuşmaya başlayınca bir elma ağacının gölgesine uzanmış. Yumruğunu sıkıp kimsenin duyamayacağı bir sesle mırıldanmış “Ben bir kâşifim!.. Büyük bir kâşif!” sonra eklemiş dişlerini gıcırdatarak “Ama insanlar anlamıyorlar beni” işin enteresan yanı at sinekleri de anlamıyorlarmış onu. Etrafında fır dönüp bozuyorlarmış moralini. Olacak bu ya “pat” diye bir elma düşmüş ağaçtan kahramanımızın kafasına. Önce sıkı bir tekme atmış ona. Sonra “Hımmmm… Durun bakayım” diye fısıldamış. Hani o çizgi filmlerdeki ampullerden yanmış beyninde ve hemen oracıkta yerçekimi kanununu tespit edip, demirin yoğunluğunun pamuktan çok (!) olduğunu ilan etmiş. Eeee şey söylemeyi unuttum garibanın adı Newton’muş galiba. <br />Diğeri pislik adamın tekiymiş. Yanında durulmuyormuş kokudan. Bit nakli yapıyormuş yanında oturduğuna. Şikâyetler artınca vali “Tiz şu herif yıkana” demiş. Yaka paça sürükleyip hamama sokmuşlar. Gelgelelim adamda banyo kültürü yokmuş ki. Hareketleri acemiceymiş. Neticede sabunla, tası havuza düşürmüş. Sabun elbet dibi boylamış, tas yüzmeye başlamış. Bizimki muhafızlarının elinden kurtulup, çırılçıplak fırlamış çarşıya. Gırtlaklanıyormuşcasına bağırmış: “Euroka!... Euroka!” (Buldum… Buldum!) kendisine şaşkın şaşkın bakan kalabalığa şıppadanak suyun kaldırma kuvvetini açıklamış. Sanki bilinmeyen bir şeymiş gibi. Vali matrak adammış. Gırgır olsun diye katipler yollamış ona ve Kanunları (!) zapta geçirtmiş. Anladınız sanırım Arşimed’den bahsediyoruz… <br />*** <br />Misalleri çoğaltmak mümkün. Biz tahsil hayatımız boyunca benzerlerini okuduk. Batılı öylesine ustaca ambalajlanıp sunuldu ki önümüze. İtirazı düşünemedik bile. <br />Halbuki çiçek aşısını Pastör’den asırlarca evvel Türklerin uyguladığını. Macellan ve Kopernik’in ifadede güçlük çektiği şeyleri İslam dünyasında çocukların bildiğini hep sakladılar bizden. Kısaca özetlersek, aynalarda ışık yansımalarını Muhammed İbn-i Heysem, dolaşım ve solunum sistemini Ali bin Ebilhazm bugünkü manada şematize etmiştir. Endülüslü Abdurrahman Kirmani ve Bağdatlı Muhammed bin Zekeriyya Razi mükemmel cerrahlardır. Onların yaptıkları göz ameliyatlarına günümüz hekimleri dahi hayranlık duymaktadır. Yine Musa bin Şakir’in oğulları Ahmed ile Muhammed, Sincar sahrasında yerküremizin çapını ve güneşin irtifaını hatasız denecek netlikte ölçmeyi başarmışlardır. Pîrî Reis’in çizdiği haritalardaki detaylara ancak uydu fotoğrafları ile ulaşılabilmiştir. Cabir bin Hayya cebir ve kimyanın babasıdır. Molla Kudsi’nin Esrar-ı Melekût adlı eseri astronomi ilmine ivme katmıştır. Diş hekimliğindeki günümüz tedavi metodlarının tamamı el Zahravi tarafından uygulanmıştır. Dahası mimaride tabuları yıkan Sinan’lar yetiştirmiş, ilk roket ve ilk denizaltıyı imal etmişizdir. Ama nedendir bilinmez görmeyiz bunları. Dönüp dururuz Darwin-Freud ekseninde. <br />Çocuklarımın ders kitaplarına bakıyorum da bir karış ilerleme göremiyorum. Hâlâ aynı teraneler. 30 yıl evvelki hikâyeler. <br />Bize nasıl ezberletmişler ki aradan geçen onca yıla rağmen unutamadım Astrogotları, Anglosaksonları, Anglo olmayan Saksonları, Cermenleri, Frankları. <br />Yunan krallarını, Mısır firavunlarını, Roma imparatorlarını.. <br />Afrodit’in eniştesini, Sezar’ın yengesini, Kleopatra’nın şeceresini ve Şubbilulima’nın hayat hikâyesini… <br />Etiler, Hititler, Asurlar, Babil’de asma masalları… <br />Sart, İnka, Hind ve Çin medeniyetleri… <br />Kapadokya, Antiokya, İonya, Truva diye tanıtılan Anadolu. <br />Kontlar, dükler, voyvodalar, tekfurlar, nemrutlar, çarlar… <br />Madde madde Fransız ihtilali, satır satır Luther… <br />Şekspir, Goethe ve Molyer. Zorla ezberletilen Homeros destanı. <br />Üstüne kara çizgiler çekilen Uluğ Beyler, Ali Kuşçular… <br />Öcü sultanlar, uzun uzun kavaklar. <br />Kertenkelenin solunumu, kurbağanın sindirimi. <br />Kitaplarımızın yetersiz kaldığı ribo ve deoksiribonükleik asidler. Bırakın anlatmayı, hocalarımızın da anladığından şüphelenegeldiğim ATP sentezi. Başımızı döndüren siklüsler. <br />“Şimdi okullu olduk” basitliği, “Ali Baba’nın Çiftliğinde” boğazlanan estetik. “Orda bir köy var uzakta” hayalleriyle uzaklaştığımız hakikat. <br />Sonra simit parasına hesap makinesi satılan günümüzde işlemlerle tüketilen koca bir ömür. Yetmedi sağlamalar. Limitin, türevin, entegralin ve logaritma cetvellerinin nerelerde kullanıldığını merak eder dururum hâlâ. Bunlarla ilgili bize tek problem çözdürülmedi meselâ. <br />Diyeceksiniz ki: Hayrola?.. Yine niye yağdın gürledin? <br />Anlatayım efendim. Geçen yolum düştü, Milli (!) Eğitim Bakanlığımızın mağazalarından birine. Rafları karıştırdım şöyle bir. <br />Bakın 93 yılında basılan kataloga göre (94’de basılmadığını söylediler ki hâlâ geçerli) bazı kitapların fiyatlarını yazacağım size: <br />Alkibiades 667 lira. <br />Hiparkhos ve Kleitophon 667 lira. <br />Kharmides 952 lira. <br />Kritias 476 lira. <br />Lakhes 619 lira. <br />Meneksenos 476 lira. <br />Organon (5 cild) 762 liradan başlayan fiyatlarla. <br />Theages 476 lira. <br />Ve üç aşağı beş yukarı aynı paralarla Euthydemos’u, Kratylas’ı, Phaidros’u, Philebos’u, Protogoras’ı, Phaidon’u, Timçios ve Theatetos’u satın alabilirsiniz. Bunlar sadece Eflatun serisi. Aristoteles, Fenolan ve Aisopos’un eserlerini de yazmaya kalksam sayfa tükenecek. <br />Kitapların baskıları baskı, kâğıtları kâğıt, ciltleri de cilt hani. Bir gazetenin 10.000 liraya satıldığı devrimizde çekirdek parası. Diyeceksiniz hizmet olsun. İyi de gözüm, bir “Türk Edebiyatından Seçmeler” kitabını almak isterseniz “Theagas’ın 49.54 mislini” ödemek zorundasınız. Yine Sadi’nin Bostan ve Gülistanı “64.42 çarpı Meneksenos” fiyatına arzediliyor. Firdevsi’nin Şehnamesi’nin fiyatı ise “55 buçuk kere Kritias”… <br />Hizmet olduğu aşikâr da… Kime acaba? <br />Yunan klasiği satabilmek (dağıtmak tabiri daha uygun) için gösterilen gayretin sebebini inanın çözebilmiş değilim. <br />Hani bunlara karşılık kazanılmış zaferler, alınmış tavizler olur, aklım erer. Mesela kıta sahanlığı meselesi mi çözüldü, patrikhane kangreni mi ıslah edildi. Kıbrıslı ve Batı Trakyalı kardeşlerimizin hakları mı arandı? Yoksa Yunan Eğitim Bakanlığı aynı fiyatlardan Yunus Emre ve Mevlana’nın eserlerini mi yayınladı? <br />Haksızlık etmeyeyim. Böylesi bir hizmetin ardından Yunanlı monşerler mutlaka özür dileyecek. Papandreu illaki hizaya gelecektir. <br />Bakın ne diyorum Milli Eğitim Sırp klasiklerini de yayınlasın n’olur. <br />Şey için canım… Bosna’nın selâmeti için (!) <br /><br />Annemden İşittiklerim - Rabia Akyüz <br />Türkiye Gazetesi Hanımeli Eki <br />3 Nisan 1994 PazarVefâ Arşivihttp://www.blogger.com/profile/04926524581757195702noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-6403052805368575124.post-19342944390609304372010-04-27T00:05:00.002+03:002010-04-27T00:12:19.764+03:00Sarıyer’de iki KuveytliHatırlayacaksınız birkaç yıl evvel bir Arab furyasıdır sarmıştı Sarıyer’i. Ücretler yüz güldürünce halk oturduğu evi kiraya vermiş, kendisi sığınmıştı bir yerlere. <br />İşte o curcunalı günlerde komisyoncular adeta ablukaya almışlar yengemi. Önceleri “Asla!” deyip tavır koymuş, ancak yalelli sadaları sokağı sarınca “acabalar” uçuşmaya başlamış kafasında. Bir kere konu komşu kalmamış ortalıkta. Sümeyye ip atlıyor, Zeyd ile Faysal saklambaç oynuyormuş. Bakkala yollayacak bildik çocuk bulamıyormuş garibim. <br />Bize gelip istişare ettiğinde “Fena mı olur yani” demiştik, “Hem üç beş kuruş para görür elin, hem de misafirimiz olursun sevindirirsin çocukları” <br />Bükmüş boynunu, “Peki madem” demiş, eklemişti: “Yalnız ara sıra gidip evime göz kulak olacaksınız! Tamam mı?” <br />*** <br />Hızla giriştik işe. Dantelleri, fincanları, sarkaçlı saati kısacası antika eşyaları çekiverdik sandık odasına, kilitleyiverdik üstünü. Ortalıkta döşek, yatak, dolap, tabak, tava, bardak cinsinden lüzumlu parçaları bıraktık sadece. <br />Komisyoncu çok bekletmedi bizi. Sanırım hemen ertesi gün aradı ve Faruk efendi gidip teslim etti evi. <br />Dönüşünde önünü kesip sorularla bunalttık onu. Ancak rahattı. Faydalı bir iş yapmış insanların huzuru ile “Bundan iyisi can sağlığı” demişti, “Koyverin otursunlar, gönüllerince” kenara çekip sıkıştırdım: <br />- Yani bir görüşte verdin di mi notunu. Şıppadanak. <br />- Sen benim adam sarrafı olduğumu bilmiyor musun? <br />- Enkaz bırakıp kaçarlarsa yerim bak başının etini. Bilmiş ol! <br />- Asla! Ben insanı gözünden tanırım. Bugüne kadar bir kere yanıldım, o da seni alırken. <br />- Şakanın sırası değil. Yengemin nasıl titiz olduğunu bilirsin. Eve bir şey olursa nüzül iner maazallah. <br />- Tamam be gülüm, “siz bana bırakın” dedim ya. <br />- Göreceğiz bakalım. <br />- Göreceksiniz. <br />Beni çok heyecanlandırdı bu iş. Bir gün “Merak ettim şunları” dedim, “Yemeğe çağırsak yakışır mı acaba?” <br />Annem destek verdi. “Neden yakışmasın. Hem, taaa dünyanın öte ucundan gelmişler, lokmamız nasip olsun.” <br />Davet işi yine bizim efendiye düştü. İyi karşılamışlar onu. Nezaketine teşekkür etmişler. Hatta balkonda kahve ikram edip sohbeti koyultmuşlar. Müstehzi bir ifadeyle takıldım: “Sorması ayıp ama, nece konuştunuz?” <br />- Canım tabii ki Arabça. <br />- Sen Arabcadan ne anlarsın ayol. <br />- Aaaa… Ayıp ettin ama. <br />- Konuş bakalım. <br />- Hangi mevzuda. <br />- Canım uydur bir şeyler. Çarşıya çıktım, gazete aldım, yemek yedim, namaz kılmak için mescid aradım filan de. <br />- Pekâlâ… Harecel beyti, çevirdim bir seyyare, sonracığıma ay teyk a nivspeypır. <br />- İngilizce olmadı mı biraz? <br />- Ene aldı ceride, el takib-ul havadis-i malumat, yani yarı resmi el ahram.. E badehu ay em hangri veddahale kebbabçı. Türkiş taam leziz-ül latif mâlum. Ene hubb-u İbn-i Hacıbozan. Malumat aliyyül ala ve kalite-i muazzam. Ancak mafi bende çok fulus. Sonracığıma bir de baktım zaman daralmış, etrafta cami yok. <br />- Türkçe yok demiştik. <br />- Eyvah! <strong>Vakit mahdut, abdest mevcut, lâkin mescid meçhul.</strong> <br />- Aşkolsun valla. <br />- Şükran kesiran. Arab - Türk kardeş, ihvanüddin yani. İş, iş iştigal, dalmış gidiyoruz. Eddünya ciyfe. Rabbim mağfiret. İnşaallah… Hüsn-ü hatime cümlemize. Elhamdülillah muhabbet kuveys… Halas! <br />- Bunların çoğu Türkçe ayol. Demek ki bir nesil evvelkiler fevkalade anlaşabilirlermiş desene. <br />- Ki bunlara el kol hareketlerimi ve mimiklerimi de ilave ettiğimi düşün. Mafi müşgül. <br />- Tamam inanıyorum sana. Tarzancanı bilirim. <br />*** <br />O gün fahri turizm elçileri kesildik. Türk mutfağını tanıtmak gibi bir gayretin içine girdik. Sarmalar, dolmalar, börekler hazırladık, turşu çıkardık, helva kavurduk. Sonra hocanımın büyük kızını, Kübra’yı çağırdık ki onun Arabcası gerçekten mükemmeldir. <br />Neyse uzatmayayım.. Bizim bey gidip getirdi misafirleri. Erkekler çekildiler odalarına. Biz kadıncağızı buyur ettik. Kara kaşlı, kara gözlü sade fakat güzel bir hanımdı. Mütesettirdi. Yaşları 2 ila 5 arasında değişen üç çocuğu vardı. Yaser, Cafer ve Aişe. Kıvırcık saçlı ve sürmeli, badem gözlüydüler. Şeker şeylerdiler. Bizim Mustafa içinden geldiği gibi konuşmuş ve sütlü çikolataya benzetmişti onları. Gözümüzü dikmiş bakıyorduk Kübra’ya. Hani “Ne duruyorsun, konuştur şunları” gibilerden. <br />Kadıncağız önceleri tutuktu. Daha doğrusu konuşup konuşmamakta mütereddit. Ancak açıldı zamanla ve takibi güç bir süratle dizdi cümleleri. Makineli tüfek gibi peş peşe. <br />İstanbul bir hayal şehriymiş onlar için. Kutsal bir beldeymiş adeta. Güya Osmanlı’yı soluyacaklarmış bu iklimde. Türklerden çok şey bekliyorlarmış. Biz uyanışın, silkinişin öncüleri olacak ve katacakmışız onları peşimize. Batıya endeksli şeyhler ve emirlerle bir yere varılamayacağını biliyorlarmış zaten. Ancak bu seyahat tam bir sükûtu hayal olmuş. Aradıklarını bulamamışlar. Fena bozulmuş moralleri. “Halid bin Zeyd’in komşuları böyle olmamalıydı” demişler kahırlanarak. <br />Yutkunup durduk. “Haksızsın!” diyemedik. Hoş İstanbul, Boğaz, Beyoğlu ve Laleli’den ibaret değil amma. Şimdi nasıl anlatırsınız bunu. <br />Annemin gönlü böylesi meclislerin boşa dağılmasına razı olmaz. Neticede misafire bir Tebareke okuttu, benim kızla Kübra’ya ise Yasin-i Şerif. Kadıncağız hayran oldu bizimkilerin tilavetlerine. Memnuniyetini dile getirecek kelime bulamadı. Bu kadarını beklemiyormuş anlaşılan. <br />*** <br />Çok kalmadılar. Takriben 15 gün sonra ayrıldılar İstanbul’dan. Hemen ertesi gün komisyoncu buldu bizi. Yengemin avucuna hatırı sayılır miktarda dolar bırakırken ekledi: “Bir aile daha var. Uygun görürseniz eğer…” <br />Kadıncağız düşünemedi bile. “Evet” deyiverdi alelacele. Ancak birkaç gün sonra, sanırım bir kurt düştü içine. “Faruğa söyleyiverin de bir baksın n’olur” demeye başladı. Bizimkine danışmadan verdiğine pişmandı sanki evi. <br />Efendi kırmadı. İşinin çokluğuna rağmen uzandı Sarıyer’e. O akşam geç geldi. Beni mutfağa çekti. Suratından düşen bin parçaydı. “Az tamah, çok ziyan” diye girdi söze. Sordum: <br />- Hayrola? <br />- Ev perişan. Bir curcuna kopuyor ki sormayın. <br />- Nasıl yani? <br />- Kadın, erkek karmakarışık. Çocuklar alt alta, üst üste. <br />- Deme. <br />- Nereden buldunuz o özenti tipleri. Çarşafını sıyıran blucin giymiş. Dudaklar stop lambası gibi. Cart kırmızı rujlar yanıp sönüyor suratlarının ortasında. Allar, pullar, morlar. <br />- Amaaan ne halleri varsa görsünler. Evi kırıp dökmesinler de. <br />- Haa oraya geleyim. Salonun ortasına mangal kurmuş balık pişiriyor, yatağın üstünde karpuz kesiyorlar. <br />- Altında tepsi filan? <br />- Ne gezeeeer. Çocukların bir elleri çikolatada bir elleri perdelerde. Heladan çıktıkları terliklerle yürüyorlar halıların üstünde. Yerler kültablası. <br />- Duymasın, yüreğine iner yengemin. <br />- Görse daha mı iyi? <br />- Aman belli etme n’olur. Gidip bir ara paklarız çaktırmadan. <br />- Herifler hallerinden de memnun değiller ha. Efendim güneş enerjili ısıtma sistemi ve kliması neden yokmuş bu evin. Sonra garajı olsa iyiymiş. İlkelmişiz, iptidai imişiz. Böyle olacağını bilseler gelmezlermiş. <br />- Sanki davet ettik onları. <br />- Bakkalda Hindistancevizli peynir bile bulamamışlar. Halbuki Kuveyt’te yüz çeşit peynir olurmuş marketlerde. Belçika, Danimarka, Hollanda, onlara çalışırmış. <br />- Zehir yiyesiciler. <br />- Sus kadın. Günaha girme. <br />-Tövbe, tövbe. <br />*** <br />Yengeme belli etmedik vaziyeti. Çıktıklarını haber alınca gizlice uzandık Sarıyer’e. Ev beklediğimden berbattı. Yarısı ısırılmış gofretler, çürümüş meyveler, sağa sola atılmış kuru yemişler, ezilmiş bisküiler, çok azı kullanılmış parfümler, kremler, after shaveler. Dolu dolu şampuanlar ve kirlendiği için atılıvermiş çamaşırlar. Mecmualar, poşetler, kutular… <br />Akşama kadar zor pakladık evi. Bir el arabası çöp attık. Eh sonra ilk işimiz bir badanacı sormak oldu tabii. <br />Annem “Demek ki” dedi, “Fertlere bakıp, hüküm vermek yanlış milletler hakkında. Ne hepsi mükemmel, ne de hepsi mikrop!” Sonra açtı ellerini fısıldadı: “Rabbim fırsat versin iyilere!” <br /><br />Annemden İşittiklerim - Rabia Akyüz<br />Türkiye Gazetesi Hanımeli Eki<br />27 Mart 1994 PazarVefâ Arşivihttp://www.blogger.com/profile/04926524581757195702noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-6403052805368575124.post-35486490399060807612010-04-26T23:58:00.003+03:002010-04-27T00:04:58.491+03:00Sevinmeli mi, üzülmeli mi?<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiFj04PAoxEcBhO-9KE88ExMTSKL2e_1LXHa6fRqBue6G5_z8sGtCn0xaJ-2Cd_tYS3dsE_aRGwWHMlx-xQlRMD_zvgNqa1V4I0SR8HYX24-ZY0G3-MrFZ2djTP4rztQMb-zs1Tj24LqhI/s1600/tam_ilmihal.png"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 210px; height: 244px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiFj04PAoxEcBhO-9KE88ExMTSKL2e_1LXHa6fRqBue6G5_z8sGtCn0xaJ-2Cd_tYS3dsE_aRGwWHMlx-xQlRMD_zvgNqa1V4I0SR8HYX24-ZY0G3-MrFZ2djTP4rztQMb-zs1Tj24LqhI/s400/tam_ilmihal.png" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5464554460664474386" /></a><br />Kitap fuarları iyi girdi hayatımıza. Ramazan-ı şerif oldumu özlüyoruz Sultanahmed’in avlusunu. <br />Stantlardan taşan zenginliğe bakıp da sevinmemek elde mi? “Ben öğrenmek istiyorum” diyen için, çok şükür her imkân mevcut günümüzde. <br />Sultanahmet tek parti zorlamalarında pilot cami olarak seçilmişti hatırlayacaksınız. İlk Türkçe ezan onun bestekâr (!) müezzini tarafından okunmuştu ne yazık ki. Malum beyler bekledikleri tepkiyi görmeyince cüretkâr kesilmişler, kaşla göz arasında Türkçe hutbeyi oturtmuşlar, ardından Türkçe namaza zorlamaya yeltenmişlerdi. Demokrat Parti iktidarı ile ezanımıza kavuştuk şükürler olsun, ancak Türkçe hutbe bidatini yuttuk nasılsa. Bu saatten sonra aslına dönelim deseniz tepki alırsınız. Zira ara nesiller böylesini gördüler sadece. Yetişemediler ki hakikisine. <br />İşte aynı caminin avlusu uyanışlara, kımıldanışlara vesile oluyor günümüzde. <br />Hattatlar, esansçılar, hurmacılar, kasetçiler… Böylesine kitap fuarı demek uygun mu bilmem. Bana festival, panayır arası hisler tattırır hep. Cicili bicili giyinmiş çocuklar, genç kızlar, delikanlılar… <br />Ziyaretçilerin ekserisi ailelerdir ve bu insanlar kitap temininden ziyade o hasretini çektikleri atmosferi solumaya gelmişlerdir. Eh arada üç beş şey satın alırlar tabii. <br />Babaları gayretkeş görürüm. Çocuklarına zoraki kitap beğendirmeye çalışırlar. “Biz okuyamadık, onlar okusun” ifadesi hâkimdir hareketlerine… Bükük boyunlu ve eziktirler. <br />Ramazan münasebetiyle Bursa, İzmit ve Adapazarı akar İstanbul’a. Otobüslerle yola çıkan bu gruplar başta Eyüb Sultan ve Hırka-ı Şerif olmak üzere camileri, türbeleri gezerler. Ancak nedendir bilinmez iftar vakti Sultanahmed’in avlusunda bulunmaya özen gösterirler. Çıkınlar açılır, azıklar dökülür ortaya. Dil peynirleri, sele zeytinleri, zeytinyağlı dolmalar, köfteler, börekler… <br />Tanıdığını tanımadığını sofrasına buyur eden bu insanlar turistleri ayırmazlar yerlilerden. Hurma ve lokma ikram ederler onlara. Öz babasına çay ısmarlamayan Avrupalı şaşırır elbet. Zira Müslüman dendi mi sadece yumrukları havada militanlar gelir onun aklına. Kendisine gülümseyen pembe yaneklı bir çocuk, edebiyle farkı fark edilen tesettürlü kızlarımız, gözü yerde delikanlılar, pamuk sakallı dedeler, ak tülbentli nineler. Yüzlerindeki nuru görür elbet. Bunlardan kendisine bir zarar gelmeyeceğine inanır en azından. <br />Mimarideki zirvelerin, zirve insanların eseri olabileceğini anlar ve o gözle bakar Mavi Camiye. <br />Kitap fuarı ile Sultanahmet neşe bulur. Benzerlerinin ıssızlığa terk edildiği saatlerde o cıvıl cıvıldır. Buluşma, konuşma, dertleşme ve istişare yeridir. Kısacası hayatın içindedir. Bakın ben çocuk viyaklamasına pek tahammül edemem. Çığlık çığlığa yırtınmaya görsünler, diken diken olur tüylerim. Ne edilip edilmeli susturulmalıdır derhal. Kucaksa kucak, mamaysa mama. Ancak Sultanahmet avlusundaki insanlar öyle sevimli, ama öyle sevimli gelirler ki bana. Tepinen veledleri bile dinlerim şiir hazzıyla. <br />Çocukluğumuzda bu cenahta böylesi resimli hikâyeler, serüvenler yayınlanmamıştı. Roman açlığımı doyuramamıştım mesela. Bizim zamanımızda Yavuz Bahadıroğlu, Yılmaz Boyunağa ve Hekimoğlu İsmail’i hatırlıyorum sadece. Eserlerini defaatle okumuş, başka yok mu demiştim hasretle. Bugün onlar gibi yüzlercesi sarılmış kaleme. Yaman kırmışlar kabuklarını. <br />Günümüz Müslümanları hamleci ve liderler. Birçok sahada öncülük ediyorlar milletimize. Mesela hızlı okuma kursları ile büyük ivme kazandırıyorlar kitap kurtlarına. <br />Yine sesli ve görüntülü yayınlar da çağ atladılar. Video ve teyblerini kullanmayı biliyorlar artık. Sayısız radyo istasyonuna sahipler. “Ah bir de televizyonumuz olaydı” sızlanmalarına ise TGRT son verdi, Allah razı olsun. <br />Dikkatimi çekti, insanlarımız kendilerine lazım olanı iyi seçiyorlar. Öncelikle itikatlarını koruma çabasındalar. Sonra kendi hayatları ve problemleriyle ilgili kitaplara ağırlık veriyorlar ki, bu ilmihâle olan talebi getiriyor gündeme. <br />İtiraf edeyim. Bakın ben kitap fuarına niçin giderim. Bunca yıldır bayram ziyaretlerine şeker taşıdım. En az yirmi kapı çalar bir çuval şeker bırakırım dostlara. Üç aşağı, beş yukarı aynı miktarda şeker gelir benim evime. Çocukların bağırsakları bozulur atıştırmaktan. <br />Birkaç sene evvel bizim efendi “Hediyeye tamam da, niye illa şeker” diyerek açtı gözümü. Öyle ya insanların İslâmi ilimlere şekerden daha az mı ihtiyacı vardı? Ona göre “Şeker” değil “Ramazan” dı bayramın adı. <br />O sene korka korka denedik, “Eski köye yeni âdeti!” ancak beklediğimizin aksine fevkalade ilgi gördük. <br />Damla yayınlarından aldığımız “Kur’ân-ı Kerim öğreniyorum” seti mahcup etmemişti bizi. İkinci gidişimizde şakır şakır okuyor bulduk Zehra’nın kızını. <br />Yine Hayrat Vakfından aldığımız Kur’ân-ı Kerimleri kime verdiysek daha fazla okumak için gayret içinde olduklarını gördük. Hiç niyeti olmayanlar hatim indirdiler. Mübareğin hattı öyle ferah, okunuşu öyle kolay ki. <br />Bir yeni anneye ninni kaseti vermiştim. Hani o ilahilerle bezenmiş olanından. Annesi “Bunları nereden öğrendin?” demiş şaşkınlıkla. Meğer yıllardır bu nağmelere hasretmiş kadıncağızın kulağı. Düşünün bir kaset nineyi hatırlatıyor nineye… Yine kaset verdiğim evlerin çocuklarından bir kısmı Deli Balta olmuş, bir kısmı Şeyh Şamil. Nara patlatıyorlarmış nara üstüne. <br />Ama beni en çok şaşırtanı Ayla oldu. Hatırlayacaksınız size sıkça bahsetmiştim, o lafını esirgemeyen belalımdan. Geçen bayram Tam İlmihâl’i sıkıştırmıştım kolumun altına, dalga geçmesin diye sarmış sarmalamış korka korka bırakmıştım bir köşeciğe. Tabii ki çıkışta. Zira onun huyudur. “Ne getirdin kız?” deyip “cart” diye yırtar paketi ve bir kusur bulur mutlaka. Korkunç bir zevk alır beni kızdırmaktan. Görünüşte geçinemeyiz ama ne ben onsuz olabilirim, ne de o bensiz. <br />Ertesi sabah elinde kitap dayandı kapıma. “Aşkolsun!” dedi, “Teessüf ederim!”… Mahcup mahcup sordum “Hayrola?” <br />Neymiş efendim, madem böyle bir kitabın mevcudiyetinden haberim varmış da şimdiye kadar niye vermemişim ona. Ben onun ilmihâle olan ihtiyacını biliyormuşum da aldırmıyormuşum hinliğimden. Hep kendimi düşünüyormuşum, bencilmişim, kıskançmışım. Boşa geçen günlerinin vebali banaymış… <br /><br />Annemden İşittiklerim - Rabia Akyüz <br />Türkiye Gazetesi Hanımeli Eki <br />20 Mart 1994 PazarVefâ Arşivihttp://www.blogger.com/profile/04926524581757195702noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-6403052805368575124.post-31524769250359310392010-04-26T23:41:00.003+03:002010-04-26T23:49:46.046+03:00Nerde o eski bayramlar<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjwzxB5jzKHWcfzYHAGffhVE5cq0KNLA_fa43_e_KoS-US64vY6TD8F-sXMJnj7k0cFvWGRGxglX2z1t53VubdNhYnm2deOok1zKfElZFhOOu9argLkWqwWYUExJvuYu9jzZ2UuX_qfBJg/s1600/AllDay.ru_3.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 400px; height: 320px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjwzxB5jzKHWcfzYHAGffhVE5cq0KNLA_fa43_e_KoS-US64vY6TD8F-sXMJnj7k0cFvWGRGxglX2z1t53VubdNhYnm2deOok1zKfElZFhOOu9argLkWqwWYUExJvuYu9jzZ2UuX_qfBJg/s400/AllDay.ru_3.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5464550230392757874" /></a><br />Adettendir. Yaşlıları bulup konuşturur televizyonlar. Eski bayramları dinlemek isterler ihtiyarlardan. <br />Nedense cevaplar hep “atlıkarınca ekseninde” döner. Lafı dolaştırıp dolaştırıp direkler arasına getirirler. Efendim faytonlar, maytaplar, dönme dolaplar, kantocular… Sonra def, dümbelek, zil, elmalı şeker, macun, koz helva… <br />*** <br />Arefe günü bir şeyler yapalım demiştik. Revani filan. Hoş baklava açacak değiliz ya. Telâşe arasında Elif aynı soruyu sordu ninesine. <br />Annem kısa bir “neresinden başlasam” tereddüdünün akabinden girdi söze: <br />- Bayram telaşesi bir hafta evvelinden sarardı bizi. Tel fırçalarla ova ova ağartırdık ahşapları. Perdeleri yıkar, halıları çırpardık. Babam kapıyı çalabilecekler için bakır kuruşları ve akide şekerlerini tedariklerdi. Postacının, çöpçünün, sütçünün ve davulcunun bahşişlerini ayırırdı bir kenara. Bize hakkı geçenlerle helalleşmek için fırsat bilirdi mübarek günü. <br />- Bayramlık alır mıydı sizlere? <br />- Bak o zamanlar böylesine bol ve çeşitli giyinemezdik. Ancak fevkalade günler için kenarda bir şeylerimiz dururdu yine de. <br />- Fevkalade günler? <br />- Kandiller, ziyafetler, ziyaretler, bayramlar… <br />- Anlıyorum. <br />- Bayram sabahı tekbir sesleri ile uyanırdım. Sabahın seherinde camilere akardı kalabalıklar. Babamın mescidden dönmesini beklerdik hasretle. Neşeli bir kahvaltının ardından düşerdik yollara. <br />- Nereye? <br />- Önce mezarlığa. Babam dirilerden ziyade ölülerle anlaşırdı. Bazı kabirlerle dostluk peydahlamıştı. Mezar taşlarını boynu bükük gariplere benzetirdi, hani bir Fatiha için yalvaran. Halleşip, dertleşirdi onlarla. Bazı kabirlerin ise yanından düğme ilikleyerek geçer, şefaat için yalvarırdı içli içli. “Bir gün biz de unutulacağız” derdi kahırlanarak. Ben üstüme alır, alınırdım. Rahmetli gülerdi sadece… M eğer haklıymış! <br />- Sonra? <br />- Kabir ziyaretinin ardından kapısı çalınmayanları dolaşırdı. <br />- Nasıl yani? <br />- Bir Abdullah efendisi vardı mesela. Cennetmekân Abdülhamid Han’ın kâtibi imiş zamanında. Beylerbeyi’nin ara sokaklarında kendisi gibi bükük belli bir viranede otururdu. Öylesine rüzgârlarla dahi tahtaları gıcırdar, olukları tıngırdardı evin. Ahşapları çürümüştü iyiden iyiye. Babam asker gibi dururdu onun yanında. Abdullah efendinin okuduklarını vecd ile dinler, saat sarkacı gibi sallanırdı ileri geri. Okunanın Mektûbât ve Reşahat, mevzunun Silsile-i Aliyye olduğunu biliyordum bilmesine de, dikkatimi teksif edemiyordum anlatılanlara. Duvarda asılı kılıcın sedef kabzası daha ziyade ilgilendiriyordu beni. Çocukluk işte. O sohbetlerde ne hazineler gizliymiş meğer. Sonra bir Halime teyzesi vardı annemin. Çocukları hayırsız çıkmıştı. Kapısını çalmıyorlardı kadının. Fakir değildi belki, ama yalnızdı. Buna rağmen şikâyet etmezdi halinden. Tam bir Osmanlı hanımefendisiydi o. Onu ve evini çok severdik. Zira koşup, oynamak serbestti bu çatı altında. Annem ne zaman kaşı gözüyle bize uslu olmamızı ihtar etse, o erken davranır “Sakın ha!” derdi. “Bırak çocukları, bozma neşelerini. Ben o çığlıklara hasretim. Koyver şenlensin evim” <br />- Ne kadınmış ama. <br />- Çıkarken paketler tutuştururdu ellerimize. Mendil, çorap, esans filan olurdu içlerinde. Yetmez, avucumuza para sıkıştırır. Keçiboynuzu, iğde, çifte kavrulmuş lokum, nohut ve pestil cabası. <br />- Bak seen. <br />- Eyyüb Sultanı ziyaretten sonra Balat’a uğrardık. <br />- Bir garib de orada var anlaşılan. <br />- Hem ne garip. Rumların çoğunlukta olduğu dar ve kasvetli bir sokakta merdivenle yerin dibine inilen mahzen bozması bir izbede oturuyordu Hatice. <br />- Hatice teyze! <br />- Yoo sadece Hatice. O benim yaşımdaydı. Belki bir yaş büyük. Annesini son kardeşini dünyaya getirirken kaybetmişti. Biri kundakta üç yavru ile uğraşıyordu zavallım. Onun yanında bebek gibi hissediyordum kendimi. <br />- Niye? <br />- O öylesine olgundu ki. <br />- Üç çocuğun mesuliyeti kolay değil elbet. <br />- Doğru bu yük olanca ağırlığı ile çökmüştü omuzlarına. Yaşlı kadınlar gibi sabr ediyordu küçüklerine. Saçını çeken mi ararsın, eteğine yapışan mı? Becerikliydi de hani. Birine gaz ocağında mama ısıtırken, öbürüne kemirsin diye havuç soyduğunu hatırlarım. Bir gün oyuncak bebeklerimden bahsetme hatasında bulunmuştum ona. Omzunu silkip gülmüş ve “Ben oyuncağı n’apayım” demişti ayağında salladığını doğrultup basarken bağrına. Yerin dibine girmiştim utancımdan. <br />- Dedemin hayrı olmuyor muydu onlara? <br />- Olmaz mı, babam bize göstermediği şefkati gösterirdi zavallılara. Saçlarını okşardı tek tek. <br />- Anneleri öldü demiştin, ya babaları? <br />- İş bulduğu gün çalışan, hayata küsmüş biriydi, safçaydı azıcık. Yaşlıydı da. Yani, kelimenin tam mânâsı ile muhtaçtılar. Onlara en makbul hediye neydi biliyor musunuz? <br />- Valla ne desem? <br />- Patates ile soğan. <br />- Yazık. <br />- Hatice iyi baktı bakmasına, ancak güneş görmeyen rutubetli in kuruttu yavrucağı ve öldü bebek. Kızcağız üstüne alındı suçu, dert sahibi oldu, yedi bitirdi kendini… Babam onu çok sever, “Ah şuna göre bir oğlum olsa” derdi “Kaçırır mıyım hiç”. Hakikaten isteyenleri çok oldu, ancak kardeşlerini terk etmemek için tereddütsüz “hayır” dedi tekliflere. Yıllar geçti aradan. Çocuklar okumadılar. Gelgelelim sanatkâr oldular ve iyi de para kazandılar. Ancak hiç biri almadı Hatice’yi yanına. O izbede can verdi çilelim. <br />- Ne etti, ne buldu desene. <br />- Mükâfatı öbür tarafta almak daha kârlı. Dünya bu. Bin sene de olsa sonlu nihayet. <br />- Bayramlarda böylelerini arayıp bulmalı değil mi ya. <br />- Muhakkak. <br />- Saraybosna’da kim bilir ne kadar buruk kutlanır bu bayram. <br />- Sadece Saraybosna’da mı? Filistin’de, Azerbaycan’da, Cezayir’de, Filipinler’de… <br />- Müslümanlar garip be! Yine dertli konuştun nine. Kararttın içimizi. <br />- Dur bir müjde vereyim, için açılsın bari. Takvim kenarında okumuştum. <br />- Dinliyorum. <br />- Ramazanın kendisi bayrammış anlayana. Allahü teâlâ her ibadetin ecrini bildirdiği halde orucunkini belirtmemiş. <br />- Neden acaba? <br />- Günahlarımızı dengelesin diye. Hesap günü ne kadar ihtiyacımız varsa o kadar verecek, oruçlarımızı vesile yapacakmış kurtuluşumuza. <br />- Bütçedeki açık gibi desene. Demek ki oruçlarımız yama olacak torbamıza. <br />- İnşaallah! Hakiki bayram o işte. Hüsn-i Hâtime. <br />- Yani! <br />- Hâlbuki bilmen lazımdı. Hüsn, güzel demektir, hâtime de hitamdan gelir. <br />- Anladım: Güzel son. <br />- Oldu diyelim hadi. Hoş “hayırlı akıbet” demeni bekleyemezdim sizin nesilden. <br /><br />Annemden İşittiklerim - Rabia Akyüz <br />Türkiye Gazetesi Hanımeli Eki <br />13 Mart 1994 PazarVefâ Arşivihttp://www.blogger.com/profile/04926524581757195702noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-6403052805368575124.post-6258517974408507132010-04-26T19:36:00.003+03:002010-04-26T23:40:28.049+03:00Bitleri besleme dersi!<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEi8E4TYZXsLQ-ee2k_dD1iun9PHMR8bdYttRB6GDyXeKFeKv3EEWzwx_sjFJulhq5q0PV3EOYDadKmJQV3sNTvUfLPRQ-300LkRrZXTIycpLZv2a7mQtFVMwC1eD_SjjrGcC7dxcG4GJsM/s1600/b9ag01.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 400px; height: 300px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEi8E4TYZXsLQ-ee2k_dD1iun9PHMR8bdYttRB6GDyXeKFeKv3EEWzwx_sjFJulhq5q0PV3EOYDadKmJQV3sNTvUfLPRQ-300LkRrZXTIycpLZv2a7mQtFVMwC1eD_SjjrGcC7dxcG4GJsM/s400/b9ag01.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5464547521539426658" /></a><br />Bizim oğlanın ara sıra içinden gelir. Sarılır, öper beni. Kedi gibi sokulur, hoşlanır başının okşanmasından… Çocuk işte. <br />Geçen yine doladı kollarını boynuma, kucaklaştık onunla. Yalnız bu kez, tez çevirdi yüzünü. “Anne be!” dedi, “Acı acı kokuyorsun.” <br />Sordum: “Nasıl yani?” <br />- Ne biliyim… Sanki tava gibi. <br />Eh! Çocuk haklı, sabahın köründe patates kızartırsanız olacağı bu işte. Kızgın yağın kokusu bırakın saçınıza, tülbendinize… Siniyor elbisenize bile. <br />Bakın bu hassasiyet benden intikal etmiş olmalı ona. Hayatımda sarımsak, soğan yemediğim gibi, çevremdekilere de yedirmem. Hatta pastırma, sucuk ve lahmacun bile rahatsız eder beni. <br />Sabun, sprey, şampuan, koku giderici tabletler, kolonya, deterjan ve yumuşatıcılara ödediğim meblağlar neredeyse mutfak masrafıma yaklaşır. Ancak bu mevzuda ne kadar titiz olursanız olun, ocak başına geçtiğiniz müddetçe kurtuluşunuz yoktur yağ kokusundan. <br />Diyeceksiniz ki sabahın kör vakti işin neydi kızartmayla. Hah işte oraya gelebilmek için çiğniyorum ya bu sakızları. Bakmayın lafı dolaştırdığıma. <br />Evet, yüz binlerce annenin çilesi bu. Anladınız sanırım mevzûmuz “Beslenme dersi ilkelliği!” <br />Önce uygulamakla yükümlü olduğumuz, değiştirilemez, değiştirilmesi teklif bile edilemez listeyi arz edeyim sizlere: <br />Pazartesi: Hamur işi<br />Salı: Haşlama patates ve yumurta. <br />Çarşamba: Köfte <br />Perşembe: Patates kızartma. <br />Cuma: Hamur işi<br />Pazartesi ve Cuma için ekstradan direktiflere tabiyiz. Topyekûn sigara ya da kol böreği yapma mecburiyeti gibi. Ha unutmadan söyleyeyim bunların yanında gününe göre ayran, süt ve meyve suyu hazırlamak durumundayız. Ayrıca dilimlenmiş elma ve portakal da. <br />Bazı hanımlar çabuk gaza geliyor ve manasız bir yarışa kalkışıyorlar. “Benim çocuğumun sofrası diğerlerini döver (!)” mantığı taraftar buluyor ciddi ciddi. Kolları sıvayıp döktürüyorlar. Mübalağa etmiyorum sabahın köründe üç çeşit hamur işi hazırlayanların sayısı az değil. <br />Bizim efendi “Takma kadın kafana” demişti bir zamanlar. Ona uymuş patates kızartması günü hazır cips, hamur işi günü açma ve poğaça katıvermiştim yanına. Meğer öyle değilmiş kazın ayağı. Öğretmen hanım elâlemin önünde haşlayıp, rezil etti beni. Fedakarlık seminerleri verdi. Annelik öğrendik bu yaştan sonra. Hemen oracıkta belletiverdi mesuliyetimi, tek derste mezun etti şipşak… Sağ olsun!... İyi de, çocuğun beslenme notunu niye kırdı anlayamadım? <br />Bakın bir beslenme saati nasıl geçiyor? <br />Muallim hanımlar çekiliyorlar öğretmenler odasına, mana ve önemi tartışılacak bir mevzu bulup başlıyorlar vatanı kurtarmaya. Çaylar gidip, kahveler geliyor, yakıyorlar çubukları, veriyorlar dumanın gözüne. Bu arada “Beslenme kolu” olarak tespit edilen haylazlar büyük bir vazife şuuru (!) ile dikiliyorlar diğerlerinin tepesine, “Yiyin ulan” yollu ikazlarla yiyorlar başlarının etini. Akılları sıra göz açtırmıyorlar arkadaşlarına. Ya da açtırmadıklarını sanıyorlar. <br />Bir kere yumurta günü oluşan ağır kokudan içleri kalkıyor çocukların. İçlerinden biri ezkaza öğürmeyiversin, cümlesi koşup boca ediyorlar nevalelerini sepete. Bazen lavaboya yetişemiyor yavrucağın teki, kusuveriyor orta yere. Yediği zılgıt bir yana, köpüklenen ifrazattan yükselen ekşi koku hepten mahcup ediyor zavallıyı. <br />Okul çöplüğünden yedi mahallenin köpekleri sebepleniyor. Gün boyu kimyonlu köfteleri ve kıymalı börekleri yuvarlıyorlar peş peşe. <br />Böylesine yağlı gıdaların yendiği mektepte sular akmıyor maalesef. Helalar diz boyu şey! <br />Ve biz anneler, 20. asrın son çeyreğinde çağdaş olduğu iddia edilen bir ülkede neyle uğraşıyoruz biliyor musunuz: “BİT” ile. <br />Bir keresinde bizim çocukta yakalandı. Eczacı hanımdan utana sıkıla ilaç istedim. Üstünde bile durmadı. Alışkın hatta bıkkın bir ifadeyle “Buyur” dedi, bir şişe uzattı dağ iriliğinde yığından. Meğer leblebi çekirdek gibi satılıyormuş intektisit şampuanlar. Hatta Okul Aile Birliği ücretsiz dağıtıyormuş fakir çocuklara. İşin enteresan yanı biti olanı da onunla yıkanıyormuş, olmayıp vesvese edeni de. Hani ne olur, ne olmaz hesabı. <br />Usulüne uygun kullanmak için tarifnameyi okudum inceden inceye. Özellikle kontrendikasyonlarını. Meğer bu madde suda çözünmediği gibi cilt yoluyla emilerek santral sinir sisteminde zehirlenmeye sebep olabilirmiş. Sonra hamile ve emzikliler kullanamazlarmış mesela. Eğer çocuğunuzun kafasında çizik, kesik ve yanık varsa vay gelirmiş başınıza. Saçı kurtaralım derken, zedelermişsiniz beyni. Firmanın, anneleri mutlaka kauçuk eldiven giymeye davet ettiğine bakılırsa, yan tesirleri ciddiye alınmayacak gibi değil… Riskin böylesi… Ne bileyim. <br />Bitin oluşmaması için lüzumlu temizlik şartlarını rafa kaldıranlar, nesli mahvedebilecek ilaçlara Pazar açıyorlar. Buyurun buradan yakın. <br />Beslenme saatine fazla taktığımdan mıdır bilemeyeceğim, bu günlerde çocuklar hantal ve hımbıl görünmeye başladılar gözüme. Nikris illetine uğramış kocamışlar gibi soluya soluya yürüyor, mendille siliyorlar enselerinden boşalan terleri. Benzetmesi hoş değil ama, biz anneler bidon gibi şişirdik onları. Bu sene, daha bir gün olsun beden eğitimi dersi yapılmadı okulda. Hoş olmadığı daha iyi, öğretmenlerin beden eğitiminden anladığı tek şey; çocuklara tozlu bodrum katlarında merasim yürüyüşü yaptırmak. Eller yanda, göğüsler ileride, başlar dik. İleriiii marş!... Kıt…..a dur! <br />Dünyanın hiçbir yerinde okul çocuklarına tektip elbise giydirilmez. Al seven al giyer, mor seven mor. İsteyen etek, dileyen pantol. Çocuğun giyim zevki, estetik duygusu ve renk seçimi geliştirilmeye çalışılır. Dolayısı ile kişiliği! <br />Sonra şu kitaplar fıtık edecek çocukları. Normal ders kitapları neyse ne de, o yardımcılar yok mu gavur ölüsü gibi. Her biri 400-500 sayfa. Yerinden kalkası değil. Küme çalışması olduğu gün masasının üstünü kitap kuleleriyle donatıp, alakalı alakasız ansiklopedilerle bezeyenler “Aferinin okkalısını” alıyorlarmış. Eh çocuk bu ya, istifade ettiğini de taşıyor, etmediğini de. Utanmasa semer aldıracak kendine. <br />Yine sabah antlarına ısınamadım bir türlü. Müdür beyin keyfini bekleyen çocuklar titreşiyorlar seherin serininde. Ayazdan kıpkırmızı kesiliyor kulakları. Böylesi uygulamalar bir tek Kuzey Kore’de kaldı günümüzde. Arnavutluk, Kızıl Çin, ve Küba’dan bile kalktı. Bence bu andı okutanların ne kadar doğru ve çalışkan oldukları tartışılmalı öncelikle. Küçüklerini ezip, büyüklerini işi bitinceye kadar sayanları iyi biliyoruz biz. Türklüğe gelince, öncelikle dış işlerindeki monşerlerimizin ihtiyacı var o şuura. Benim çocuğum zaten mehterle büyüyor, “Şeyh Şamil” diye cevap veriyor, “Ne olacaksın bakıyım?” sorusuna. <br />Sıkış tepiş tıkıştırıldıkları sınıflarda biri hasta olmayıversin… Kucak kucağa oturup, birbirlerinin ağızlarının içine hapşırdıklarından olsa gerek, sari hastalıklara sıkça tutuluyorlar. Grip virüsü ikram ediyorlar, kabakulak lütfedene. <br />O ki bu gün açtım içimi, döküp rahatlayayım bari. Milli Eğitim Vakfı’nı güçlendirme vakfının piyangosuna ve okul balosuna katılmamak mangal gibi yürek ister bu sistemde. Sonra zekât ve fıtra zarflarına hayır diyebilmek ne mümkün. Bakın bu THK her ne kadar “Yurt savunmasında çelik kanatlı kartallar”dan bahsediyorsa da, onun sosyete veletlerine planör zevki tattırmaktan başka hiçbir hayrı olmadığını iyi biliyoruz. Bu kuruluşun vatanın neresini, kime karşı ve ne zaman koruduğunu merak ediyorum doğrusu. <br />Meğer THK’nı bazı saflar Türk Hava Kuvvetleri sanıyorlarmış ki onun yeri elbette apayrı gözümüzde. <br />Bunları yazmama rağmen, beyimden habersiz para koydum zarfa. Annelik işte. “Sıkıştırmasınlar” dedim çocuğumu. <br />Def-i bela kabilinden… Kerhen! <br /><br />Annemden İşittiklerim - Rabia Akyüz <br />Türkiye Gazetesi Hanımeli Eki <br />6 Mart 1994 PazarVefâ Arşivihttp://www.blogger.com/profile/04926524581757195702noreply@blogger.com0