Şiir

Şiir
Ben Osmanlıyım

Okudum Not Aldım

Okudum Not Aldım
Hayatta İki Şey

Türkçe... (Mi?)

Türkçe... (Mi?)
Tehlike...

Okudum Not Aldım

Okudum Not Aldım
Ne Çıkar Ateşböceği Sansalar Bizi…

Hâbil amca (Bir evliya ile baba oğul gibi…)

17 Mayıs 2009 Pazar

Ömer Çetin Engin
http://www.saatlimaarif.com/

Bu asırda bir evliya mı?.. Onları herkes göremez, tanıyamaz diye duyardım küçüklüğümden beri… Büyüyüp, tasavvuf kitaplarını okuduğumda bunun doğru olduğunu anladım... Evet, onları tanımak nasip işi ve herkes kavuşamıyor buna… Milenyumun yakınlarında bir yerde, zamanın bütün çirkefliğine bulaşan ben, bir evliyaya kavuştum, evet… Açık kerametlerini gördüm… Bu birkaç bölüm sürecek yazıda o hidayet güneşinden aldığım aksleri size yansıtmaya çalışacağım… Habil amcayı anlatmak Pasifik okyanusunu bardağa doldurmaktan farksız ve daha meşakkatli bir iş… Ama bir yudum huzura muhtaç, ötelerden gelebilecek güzelliklere hasret insanlara bu güzelliği iletmek lazım diye düşündüm… Nasiplileri bekliyor çünkü…
***
Yıllar önceydi… Çok bunalmıştım... Elime geçen eserlerde geçmiş asırlardaki velileri okudukça gözlerim yaşarırdı. Bir onların yaşadıkları zamanı düşünüyor bir de şimdiki insanlara bakıyordum. Her yönüyle çürümüş bir sürü insan… Ve ister istemez onlarla aynı toplumu paylaşma mecburiyeti. Allah dostlarının sözlerindeki ve yaşayışlarındaki güzelliği bizzat görerek öğrenmeyi ne kadar da istiyordum.. Bu zamanda böyle kaç kul vardır ki? Varsa bile nerede ki?
***
Sözleriyle beni çarpacak, ciğerimi yakacak, İslamiyet'i yudum yudum içirtecek o güneşi bulmayı nasıl da istiyordum? Abdülhakîm-i Arvâsi 'kuddise sirruh' hazretlerini (1943'te vefat etmiş büyük âlim ve Allah dostu…) üstad Necip Fazıl Kısakürek'ten okumuştum. Ama O'nun yanında bulunmak nasıl bir duyguydu. Âlim ve evliya bir zat-ı şerif olduğuna yürekten inanıyordum. Ama konuşması, tavırları, o tatlı bakışları, hitap tarzı nasıldı? Bunu öğrenmeyi çok arzuluyordum. Belki bu sayede iğrendiğim ve bana da bulaşan günümüz ölçülerinden kurtulabilecektim...
***
Çok sevdiğim Peygamber torunlarının (ki onlara seyyid denir) bulunduğu bir sohbette konuşulanlara, kulaklarımı değil de sanki ruhumu kabartmıştım o gün...
— 10 yaşından beri Abdülhakîm Efendi hazretlerinin dizi dibinde yetişmiş.
— Cerrahpaşa’da oturuyor.
— Geçenlerde ziyaret etmek nasip oldu.
— Duâsını aldık çok şükür.
Seyyid Abidin beye adeta kekeleyerek sordum.
- Aa.. abi kimden bahsediyorsunuz.
— Hâbil amca'dan.
— Hâbil amca
- Evet...
— Hayatta mı?
- Evet
- Yani Abdülhakîm efendi hazretlerinin bir talebesi ve hayatta öyle mi?...
- Evet. Cerrahpaşa'da oturur.
Kalbim yerinden çıkacak gibiydi... Demek o saadet güneşini çocuk yaşta, daha 10 yaşında tanımakla şereflenmiş ve yıllarca o hazretten ilim ve edep tahsil etmiş bir zat... Ve Cerrahpaşa'da oturuyor. Nasıl etsem? Benim gibi pis bir insan. O'nun huzuruna nasıl gider? O'nun ciğerlerine girip çıkmakla şereflenen havayı nasıl kirletir? Korktum, çekindim... İçimde bir ses -Sakın kaçırma hemen koş yapış eteklerine derken, bir ses de -O Allah dostu, sen patavatsız birisin, edebe dikkat edemezsin, sevmek de sana yeter diyordu...
Kararsız kaldım… Seyyid Abidin abi halimi sezdi.
—Ömer abi ziyaret et.
- Abi rahatsız etmekten korkuyorum!..
— Korkma... Onlar şefkatlidir. Ne geri kal. Ne çok sık git. Daha doğrusu…
- Evet abi… Daha doğrusu!..
— Onlar ayarlarlar…
Peki, nasıl gidecektim. Bir başka seyyid abi çocuğunu ertesi sabah Cerrahpaşa hastanesine götürecekti. İstanbul'u iyi bilmiyordu.
— Ömer, yarın sabah çocuğu hastaneye götüreceğim bana yardımcı olur musun? Oradan seni Habil amcaya götürürüm, teklifinde bulundu.
Kalbim yerinden fırlayacak gibiydi…
—Ta… Tabi götürürüm.
Geceyi nasıl geçirdiğimi bilmiyorum. O geceyi nasıl sabah ettim?.. Uyuyamadım... Karlı buz gibi bir sabah ayaklarım üşüye üşüye Cerrahpaşa'da buluştuk. Çocuğunun tedavi işlerini gördük.
— Hadi Habil amcaya gidelim şimdi, dedi.
Hastanenin hemen karşısında bir ara sokağa girdik. İki katlı bir ahşap Osmanlı evi. Seyyid abi alttan zili çalıp, üst katın camına baktı. Yaşlı oldukları için her zaman sokak kapısına inemiyorlarmış. Üst katın camından, önce gelenlere bakıp, tanıdık olduğunu anladıktan sonra, sokak kapısının kilidine sarkıtılmış bir ip yardımıyla yukardan açıyorlarmış.
***
Gözlerim cama mıhlı. Çıkacak zâtı heyecanla bekliyorum. Ve çıkıyor... Sanki güneş doğuyor pencereye... İlk intibam... Müthiş nurlu bir yüz… Başında kar gibi beyaz bir takke ve samimiyet dolu bir gülümseme. Kapıyı açtılar. Kabul edilmiştik…
İç merdivenlerden yürüyüp üst kata çıktık. Önde seyyid abi ve nur çocuğu… Ardında nefs kuyruğunu sallaya sallaya köpek gibi salınan bu biçare… Kapıyı açtılar. Selam verdi seyyid abi. Çok tatlı –Ve a'leyküm selam, dediler…
Seyyid abi elini öptü. Arkada, karanlık yerde kalmıştım. Önce beni görmediler (yani zahiren…)Sonra içeri girdim. Seyyid abi de tanıştırdı.
—Efendim bu Ömer Çetin abi. Size getirdim…
Gülen, neşeli, hal hatır soran Habil amca, bu yüzü karaya bakıp bir anda sustu, ciddileşti!.. Heybetle baktı, baktı, daha baktı. Garip!.. Çok garip bir sessizlik oldu...
***
Başım önde... — İşte içimdeki pisliği gördüler. Bu ne hal der gibi, iç harabiyetime bakıyorlar… gibi bir sürü vehimler arasında gidip geldim o anda... Kaç vesveseden kaçına gidip geldim bilmiyorum. Bakışları delip geçer gibiydi. Sonra ruhumu alt-üst eden hitapta bulundular:
- ÖMER-ÜL FARUK!..
Anlayamadım… Şaşırdım... İrkildim... İlk hitap. Acaba hikmeti ne? Adım Ömer Çetin… Arasında Faruk ismi yok… Hemen eline sarıldım. O tatlı ellerden öptüm…
İçeriye, salona geçtik. Her zaman oturduğu sedire oturdu. O odanın atmosferini anlatmak mümkün değil. O huzurlu mekânda oturmadan anlaşılmaz. Zaten artık oturmak da mümkin değil. Çünki o güzelim Osmanlı evi kendilerinin vefatından sonra üç kuruş için yıkıldı.
***
Seyyid abiyle konuşmaya başladılar. Göz ucuyla onları süzüyorum. O ne tatlı bir yüz. Ses tonu ve daha neler neler...
Efendi baba buyurdu ki, diye başlayan sözleri efendisine bağlılık kokuyor. Bir ara dönüp sordular:
–Ömer nerelisin? —Rizeliyim efendim. —Neresinden? —Çayeli
Güldüler... –Mapavri yani.(eski ismi)
-Evet efendim.
İçimden hep bir daha ne zaman gelebilirim sorusu geçiyor... Acaba sorsam mı?... Ama korkum büyük… İşin içinde rahatsız etmek de var. Seyyid abiyle muhabbet etmeye devam ettiler. Kalbim ise mıknatıs gibi taraflarından çekiliyor… Hissediyorum… Çok açık… Tekrar gelmeyi çok istiyorum… O günkü sohbetin öyle bir anı geldi ki, içimde bu istek dayanılmaz boyuta vardı… İşte tam o anda sözü kesip bana döndüler: İlk keramet:
- Sen sık sık gel bana, olur mu?..
— Nimet olur efendim…
1 saatten fazla kaldık. Zaman nasıl geçti bilmiyorum. Seyyid abi müsaade istedi. Elini öptü. Yine neşeli Habil amca... Uğurluyor dualar ediyor... Eline yapıştım. Öptüm... Yine sustular. Neşeli halleri bir anda yok oldu… Kapıda ilk karşıladıkları andaki garip, esrarlı atmosfer bir anda tekrar oluştu… Uzunca süren bir sessizlik ve heybetli, delici, yakıcı bakışlarla süzdüler... Uzun uzun süzdüler. Arkasından eklediler:
- ÖMER-ÜL FARUK!..
Yine sarsıldım…
***
Aradan birkaç gün geçti. Tam anlamıyla yanıyorum... Gitsem mi diyorum?
- Sık sık gel, dediler ama bu kadar erken de olur mu? Abidin abiye soruyorum.
—Öyle dedilerse git... Yine de çekiniyorum. Sanki bir işaret bekliyorum.
Derken o muhteşem gece... Yanıp kavrularak yattığım o gece... Onları tanımamın beşinci veya altıncı günü. Yarım asır önce vefat etmiş olan Habil amcanın efendisi, yetiştiricisi, hocası Seyyid Abdülhakîm Efendi hazretleri rüyama girdiler…
Aynı mümtaz talebesi Habil amca gibi derin derin baktılar, baktılar, baktılar... Ve hitap ettiler: ÖMER-ÜL FARUK!..

0 Yorum:

Yorum Gönder

 

2009 ·Vefâ Arşivi by TNB