Şiir

Şiir
Ben Osmanlıyım

Okudum Not Aldım

Okudum Not Aldım
Hayatta İki Şey

Türkçe... (Mi?)

Türkçe... (Mi?)
Tehlike...

Okudum Not Aldım

Okudum Not Aldım
Ne Çıkar Ateşböceği Sansalar Bizi…

Gözyaşları...

15 Mart 2010 Pazartesi


"Bir balık ağlayamıyor mudur, yoksa içinde mi yüzüyordur gözyaşlarının?.."

Muammer Erkul

Hayat...


"Hayat; bitirmeyeceğimiz işlere başlayacak kadar ucuz mu?..
Ömür; yürümeyeceğimiz yollara girecek kadar uzun mu?..

Muammer Erkul

Kelâm-ı Kibar


"Şu insanoğlu ne gariptir ki, gündüz denince geceyi, beyaz denince siyahı hatırlar da, hayat denince ölümü, Cennet denince de Cehennemi hatırlamaz."

Abdullah-ı Dehlevi
"rahime-hullahü teâlâ"

Okudum Not Aldım


"Düz bir yolda yürüyor olsaydın, bütün ilerleme isteğine rağmen
hâlâ gerisin geriye gitseydin, o zaman bu çaresiz bir durum olurdu;
ama sen dik, senin de aşağıdan gördüğün gibi dik bir yamacı
tırmandığına göre, adımlarının geriye doğru kayması,
bulunduğun yerin durumundan ileri gelebilir,
o zaman da umutsuzluğa kapılmana gerek yoktur."

Franz Kafka

Televizyon kültürü!

6 Mart 2010 Cumartesi


"Kültürün tek taşıyıcısının kitap olduğunu söyleyen Cemil Meriç, "Televizyon kültürünün kültür değişimini hızlandırması karşısında neler tavsiye edersiniz?" sorusuna şöyle cevap veriyor:

“Televizyon kültürü diye bir mefhum tanımıyorum. Televizyon, aylak, şuuru iğdiş edilmiş, hiçbir zaman okumak ve düşünmek alışkanlığı kazanmamış sokaktaki adam için bulunmuş bir nevi afyondur. Televizyon seyrederken şuurumuz yarı uykudadır. Bu itibarla seslerin ve renklerin cümbüşü ile bir kat daha sarhoşlaşır ve kendimizden geçeriz. Televizyon, şuurdaki son pırıntıları da yok eden bir cehennem makinesidir.

Kişiyi gerçek hayattan koparan. Yokluğa, boşluğa, şuursuzluğa açılan bir kapı... Bu korkunç tiryakilik, kurbanlarını batılılaştırmaz, batırır. Kültürün dün de, bugün de, yarın da tek taşıyıcısı vardır: Kitap. Televizyon kültürü, kültürle münasebetlerini kesmeye karar verenlerin uydurduğu bir yalandır. Batının bütün fuhşiyatını haremimize taşıyan bu kanalizasyonun hayırlı bir işe yarayacağını ummak büyük iyimserlik olur. Eskiler 'medenîleşmek, frengileşmektir" demişler. Televizyonun cömertçe dağıttığı medeniyet de bu çeşit bir medeniyet."

( Meriç, 1986: 404)"

Sanki...

3 Mart 2010 Çarşamba


Sanki gelmiş geçmiş, yaşamış göçmüş milletler arasında en fenası, en zalimi, en barbarı biziz!
Yerkabuğu üzerindeki bütün zulümlerden biz sorumluyuz. Dökülen bütün gözyaşlarından, akan kanlardan, çekilen çilelerden, acılardan...
Sanki bir imparatorluk dağıtılmadı.
Sanki, bir imparatorluğu dağıtmak, yirminci yüzyıla giren dünyanın ilk işi, -sonuçları, sancıları yüzyıl boyunca ve hâlâ da devam eden- ilk işi olmadı.
Sanki, cebren ve hile ile aziz vatanın bütün kaleleri zaptedilmedi, bütün tersanelerine girilmedi, bütün orduları dağıtılmadı ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmedi.
Sanki Düvel-i Muazzama Dersaadet’le, Bâbiâli’yle değil de, teröristlerle, komitacılarla, isyancılarla işbirliği yapmadı.
Sanki o “muazzam devletler” Osmanlı’yı yağma yarışına kalkmadı.
Sanki içerden ve dışardan tertiplenen entrikalar sonunda bir imparatorluğun coğrafyasından birkaç düzine suni devlet peyda olmadı.
Sanki yirminci yüzyılın başında Oval Ofis’te oturan Thedore Roosevelt “Dünya yüzünde en çok ezmek istediğim iki güç İspanya ve Türkiye’dir” demedi.
Sanki Sarıkamış Dağları’nda 90 bin asker donarak ölmedi.
Çanakkale’de 200 binin üzerinde genç toprağa düşmedi.
İzmir işgal edilmedi.
İzmir ateşe verilip cayır cayır yakılmadı.
Fransızlar Antep’e girmedi.
Sanki Anadolu çocukları yedi cephede yedi düvelle boğuşmadı. “Anu Yemen’dir/Gülü çemendir/ Giden gelmiyor/ Acep nedendir” de aslında bir Ermeni türküsüydü.
Sanki gidip de gelmeyenler Türk değildi.
Sanki Millet-i Sâdıka payesini verip bağrımıza bastıklarımız devlete karşı ayaklanmadı. Fransız üniforması giyip Fransızlarla, Rus üniforması giyip Ruslarla Osmanlı’yı -yani kendi devletini- arkadan vurmadı.
Hınçak teşkilâtının merkezi Paris değildi.
Devlet-i Aliyye’de, Hariciye, Maliye, Ticaret, Posta gibi en mühim nezaretler de aralarında olmak üzere, Ermenilerden 22 nâzır, ayrıca 29 paşa, 33 mebus, 7 büyükelçi, 11 başkonsolos görev yapmadı.
Ermeni, Kürt, hatta Süryani, Pontus cemi cümlenin soyu tarafımızdan kırıldı ama tek bir Türk zarar, ziyan görmedi.
Türklerin ocakları dağılmadı, yuvaları yıkılmadı, ciğerleri yanmadı. Hastalık, açlık, yokluk, göç Türkleri kırıp geçirmedi.
Sanki Türk diplomatları, diplomatların eşleri, çocukları, şoförleri çifter çifter katledilmedi.
Sanki Türklerin canını almak mübah, gayrısınınki günah!
Yere düşen bedenin kimliği Türk ise, kayıptan sayılmaz!
Yakın tarihimizde bir tek olay var: Ermeni Soykırımı! Bir tek bilanço var: Bir milyon Ermeni, 30 bin Kürt...

Amerika Mektubu
Ayşe G. Tunceroğlu
Türkiye Gazetesi
23 Ekim 2006 Pazartesi

Atmayın!


Türkçe’mizde yeni bir ifade peyda oldu. Çok eski bir fiil birden yeni bir mânâ ve kullanımla dilimize yapıştı: “Atıyorum.” Ekranlarda konuşan, program yapan zevat da dahil, bir “atıyorum” modası almış başını gidiyor. İki lâfın arasında bir “atıyorum”. Bilhassa gençlik “atmak”la meşgul. Bu da nedir, bunlar ne atıyor, nereye atıyor derken anladım ki “atıyorum” fiili “meselâ” yerine kullanılıyor. Öztürkçe akımı “örneğin” diye bir garâbet doğurmuştu, şimdi o da demode olmuş, artık herkes atıyor! Atan atana! Nerden, kimden çıktı bu garip ifade, bilmem!
Karşınızda konuşan “atıyorum şöyle, atıyorum böyle...” derken, insanın “Hadi at bakayım! At bakayım!” diyesi geliyor. Ya da “Atam tutam men seni, şekere katam men seni” diyen türküyü mırıldanası... Bizim dilimizde hava atılır, kurşun atılır, ok atılır, taş atılır, yumruk atılır, ortaya fikir atılır, gol atılır, kulaç atılır, dikiş atılır, adım atılır, işe el atılır, yemeğe tuz atılır, suç üzerine atılır, mektup atılır, ileri bir tarihe atılır, -hatta şimdiki gençler bilmez ya- pamuk atılır. Kelime bahsinde ise “lâf atmak” vardır, bu deyimin ne mânâya geldiği de hepimizin malumudur. Kelime bahsinde bir de “yalan ve abartılı söz söylemek,” ya da “bilmeden söylemek” mânâsına “atmak” vardır. “Atma Recep, din kardeşiyiz” deriz hani. “Misal gösteriyorum, örnek veriyorum” anlamına “atıyorum” hem gramer olarak yanlıştır, hem estetik olarak çirkindir. Acaba insanlarımız doğru lâf etmez oldular, bilir bilmez konuşur oldular da onun için mi durmadan “atıyorum” diyorlar?!.
Okullar bu ay açılıyor. Eğitimcilerin bu meseleye eğilmelerini rica ediyorum. Öğrencilerine “atıyorum” fiilinin “meselâ” yerine geçmeyeceğini iyice belletmeliler. Dilimize yerleşmiş yüzlerce yıllık kelimelerden korkmamayı, o kelimeleri doğru kullanmayı öğretmeliler. “Meselâ” diyebilmeyi öğretmeliler. Ne yazık ki, bir “dershâne nesli” yetiştiriyoruz. Dershânelere taşınıp binlerce test çözerek; “a, b, c, d, hiçbiri” seçeneklerinden birini işaretleyerek eğitim hayatlarını geçiren çocuklar... Testlerden arta kalan zamanlarını da cep telefonu ve internet haberleşmeleri dolduruyor. O cephedeki konuşmalarda nasıl bir dil dejenerasyonunun hüküm sürdüğü de bilinmeyen şey değil. Doğru dürüst konuşmayı ve yazmayı öğrenmeye, iyi eserleri okumaya zamanları kalmayan bir gençlikle karşı karşıyayız. Eğitimcilerimiz bu gidişata çare bulmalı.
Cep telefonu demişken... Cep telefonu şirketleri bazı meslek grupları arasında sınırsız ve bedava -ya da neredeyse bedava- konuşma hakkı veriyor. Öğrenci öğrenci ile, öğretmen öğretmen ile, polis polis ile... Konuş konuşabildiğin kadar! Bu kadar lüzumsuz ve zararlı bir sistem olamaz. Ne yana dönseniz bir eli cep telefonu ile kulağında, dudakları kıpır kıpır oynayan, gözleri sersem sersem bakan biri... Yahut parmakları cep telefonunun tuşları üzerinde çevresi ile irtibatını koparmış biri... Hele gençlerin sermayesi sigara paketi, çakmak ve cep telefonu olmuş. Telefon şirketleri bu saçmalığa son vermelidir. Bu bir hizmet değildir. İnsanların zamanını çalıp enerjisini tüketip sağlığını bozup bütün melekelerini bir telefon cihazına esir ederek dumûra uğratmak hizmet değildir. İnsanların zamanı, enerjisi ve sağlığı bu kadar beyhûde yere sarf edilmemeli. Eli kulağında, her gün iki-üç saatini telefonda geyik muhabbeti ya da mesajlaşmakla geçiren bir gencin ne okumaya, ne çalışıp üretmeye, ne düşünmeye vakti ve mecâli kalır. Artık o sadece atabilir! “Atıyorum” galiba cep telefonu neslinin kelimesi...

Amerika Mektubu
Ayşe G. Tunceroğlu
Türkiye Gazetesi
04 Eylül 2006 Pazartesi

Eğitim deyince


Sigarasından son bir nefes çekip izmariti yere atan ve ayakkabısıyla üstüne basıp ezen bir delikanlı gördüğümde... Kabak çekirdeklerini, ay çekirdeklerini çitleyip çitleyip ağzından yere püskürten genç kızlar gördüğümde... Elindeki sakızın, çikolatanın, şekerin kağıdını, meyve suyu, gazoz kutularını yere fırlatıveren çocuklar gördüğümde öğretmenleri düşünüyorum. Okulun bahçesinde elindeki plastik su şişesini yere atan, ayağıyla ezdikten, yamyassı ettikten sonra iştahla tekmelemeye başlayan öğrenciyi gördüğümde öğretmenleri düşünüyorum.
Halbuki sigara izmaritini yere fırlatan gencin az ilerisinde çöp kutusu var. Allah için, şehirlerimizde çöp kutusu bulmak o kadar zor değil artık. Belediyenin temizlik işçileri de bir ellerinde süpürge, bir ellerinde kürek durmadan çöp temizliyorlar. Ama ortalık yine de çöpten geçilmiyor. Çünkü insanlarımız ellerinde atılacak bir şey varsa çöp kutusu aramıyorlar.
Sonra yaya geçidi çizgisi olan köşede kaldırımdan inip beklemeye başladığımda... Karşıya geçeceğimi gören, yerdeki çizgileri de gören sürücülerin hiçbirinin durup yol vermediğini gördüğümde... On dakika bekledikten sonra... Yaradana sığınıp arabaların arasına dalarak karşıya doğru hamle ettiğimde... Öğretmenleri düşünüyorum.
Bizim nesil için dinin buyruklarından sonra öğretmenlerin sözü gelirdi. Biz “öğretmen böyle söyledi” dedik mi iş biterdi. Şimdi öyle değil mi acaba? Artık öğrenciler öğretmenleri “takmıyor” mu? Yoksa öğretmenlerin müfredatı mı değişti? Acaba öğretmenler öğrencilere şimdi neler öğretmekte? Test sorusu çözmekten başka... Öğretmenler öğrencileri “eğitmek” işini boş mu verdiler artık? Daha çok soru çözüp sınıfın başarı seviyesini yükseltmekten başka gaye kalmadı mı? Çocuklarımızı, bir şehirde medenîce yaşamaları için, iyi insan olmaları için eğitmeyi unuttuk mu?
İnsanların başka insanlara, başka canlılara, eşyaya, mahallesine, semtine, şehrine olan saygısızlığını, kayıtsızlığını, kabalığını gördükçe öğretmenleri düşünüyorum.
Taksim’e çıkan sokakların taşlarını söküp parçalayan, vitrin camlarını, araba camlarını indiren gençleri görünce de... İyi de, o kaldırımları, yolları, o camları işçiler yaptı. Meydana gelen tahribatı onaracak olan yine işçiler. İşçi bayramında emeğe saygısızlık değil mi bu?

Amerika Mektubu
Ayşe G. Tunceroğlu
Türkiye Gazetesi
04 Mayıs 2009 Pazartesi

Derinlik ...


"Şiir bir derinliktir; o derinliğe inilir mi, çıkılır mı?"

Bekir Sıtkı Erdoğan

Fikir sancısı

2 Mart 2010 Salı


"Lafımın dostusunuz, çilemin yabancısı,
Yok mudur, sizin köyde, çeken fikir sancısı?

Necip Fazıl Kısakürek

Kendini yalnız hissettiğinde, doğru yöne bak...

1 Mart 2010 Pazartesi

 

2009 ·Vefâ Arşivi by TNB