Şiir

Şiir
Ben Osmanlıyım

Okudum Not Aldım

Okudum Not Aldım
Hayatta İki Şey

Türkçe... (Mi?)

Türkçe... (Mi?)
Tehlike...

Okudum Not Aldım

Okudum Not Aldım
Ne Çıkar Ateşböceği Sansalar Bizi…

Vah dilim, dilim dilim

12 Mayıs 2013 Pazar

Televizyon sunucularının konuk terletmek gibi bir takıntıları vardır, sizi kapılarda karşılar, halinizi hatırınızı sorarlar. Lâkin “birki üç kayıt” dendi mi tavırları değişir, üstünüze gelmeye başlarlar. Sanırsın dolunay çıktı, karşınızda kurt adam. Bir kanalda izlemiştim hiç unutmam. Sunucu müstehzi bir ifadeyle sordu, “Hayati Bey siz bu eski kelimeleri bilerek mi kullanıyorsunuz acaba?” Hayati İnanç Bey mevzuuna hakim olmanın rahatlığı ile cevapladı “Efendim okuduğum gazellerden biri Şeyh Galib’e ait ve takriben 210 yaşında, birini de Sultan Fatih kaleme almış. Eğer günümüz Türkçesi ile yazmadılarsa ne yapabilirim? Yok beyitlere yaptığım açıklamayı anlamadıysanız o başka … -Yoo hayır, o kısmı son derece açıktı… -Gelelim sizin kelimelerinize. Mesela yenilerden stresi ele alalım. Fransızcadan aparılmış, ithal malı. Bakın onu kullanırken neleri kaybettik? Gam, gussa, hüzün, tasa, dert, mihnet elem, ıztırap, yeis, keder, kahır, efkar, kasvet, inkisar, melâl. Bunlar şu anda aklıma geliverenler ki dahasını da bulabilirim icabında. Allah aşkına siz benden bu kadar renkli bir skalayı ıskalamamı neden istiyorsunuz? Niçin meramımı güdük bir kelimeyle anlatmaya zorluyorsunuz? Bakın beni strese (!) sokuyorsunuz ama! -Aman Hocam size de bir şey söylenmeye gelmiyor. -Bitmedi. Yine Fransızca “onare”den devşirme "onur"u ele alalım. Güya, gurur, kibir, şeref, haysiyet, namus, iftihar kelimelerini karşılıyor. Halbuki bir adama şerefli derseniz iltifat edersiniz, kibirli derseniz hakaret edersiniz. Peki onurlu derseniz övdünüz mü, sövdünüz mü? Sahi onur yukardakilerden hangisi? Hem hepsi, hem hiçbiri! Bu saçmalığa teslim için ne mecburiyetimiz var? -Ama Hayati bey, ben doğudan gelenler gitsin demedim ki, batıdan gelenler de gitsin öztürkçe olanlar kalsınlar. -Peki o zaman söyler misiniz bana. “Bakkaldan somun aldım, peynir koyup sandviç yaptım, balkona oturdum, hanım çay ve su getirdi, beraber afiyetle yedik” cümlesindeki hangi kelime Türkçe? -Hepsi Türkçe. -Hayır bakkal Arapça, somun Rumca, peynir Farisi, sandviç ve balkon Fransızca, hanım Moğolca, çay ve su Çince, beraber Farsça, afiyet Arapça. Buradaki tek Türkçe kelime ne biliyor musunuz? “Yedik!” Sunucu yutkunup duruyor. Ne desin ceviz çetin çıktı bu defa. Eh sen penaltıya sebep olursan, adam golünü atar. Otobüslerde görüyoruz delikanlılar “olm, vahş, koptuk” gibi birkaç yüz "tilcik" ile konuşuyor, genç kızlar “hı hı”, “ı ıh” “yaani” gibi üç beş hece ile katılıyorlar. Bu Türkçe mi? Rezalet sefalet diyeceğim dilim varmıyor. Bundan yüz yıl evvel ki telakkiye göre okur yazar dendi mi el sineyi selaseye hakim olan anlaşılır. Yani Türkçenin yanı sıra Arabi ve Farisi’yi de okuyup anlayanlar. Eğer birine münevver (ziyalı) deniyorsa bilin ki Latince, Rumca ve Fransızca’ya da vakıftır. El sineyi sitte. Misal Şair Esrar Dede 6 lisan bilirdi, hem nasıl? Fransızca şiirlerinde aruz kullanacak kadar. Muğlalı Şahidi ise Farsça lügat hazırlıyor baştan aşağı manzum. Bunun yeniyetmelerin dilinde bir adı var “aşmış olmak.” Eğer ana dilin güçlüyse ecnebi lisanı öğrenmek keyiftir ama güçsüzse korku filmi. Birinde hobi, diğerinde fobi. Bakın Fransızca Arabi’den sonra gelen mütekamil lisanlardan biri. Grameri güçlü ve girift, aksanlı, ağdalı, albenili. Parisliler soru edatı kullanmadan da sorar lakin o tonlamayı piyano eşliğinde çalışırlar. Çok eskiye gitmeye gerek yok. 930’lu 40’lı yıllarda bir lise mezunu iki yılda Fransızcayı öğrenir, klasikleri tercüme ederdi hatta. Şimdi biz Fransızcanın yanında sokak dili mesabesinde kalan İngilizceye ömür veriyor yine de öğrenemiyoruz. İki yıl değil, 20 yıl, merak değil, ekmek parası, zira adınızdan önce “lisan seviyenizi” soruyorlar. İnternetin, ajansların dili İngilizce, bakkaldan hazır çorba alsan yarısı İngilizce. Etrafımızda İngilizce kurslar kitaplar, tabelalar. Beceremiyoruz ama. Elli senede zekâ seviyemiz mi (şimdi IQ diyorlar) düştü? Hayır. Lisanımız bozuldu. O ana sütü gibi tatlı Türkçemiz komada. Ezcümle Arabi, Farisi ve Türki eş yumurta üçüzüdür. Kardeşleri ayıran zulüm yapar. Şair demiş. “Eyvah bu baziçede biz yine yazdık. Zira ki ziyan ortada, bilmem ne kazandık?” Türkiye Gazetesi FİLHAKİKA Ethem Mahmut Ziya ethemmahmut.ziya@tg.com.tr 11 Mayıs 2013 Cumartesi

Geniş Tabanlı Eğitim Sistemi..

25 Nisan 2013 Perşembe



Geniş Tabanlı Eğitim Sistemi..

“Bir gün ormandaki hayvanlar bir araya gelip okul açmaya karar verirler.

Bir tavşan, bir kuş, bir sincap, bir balık ve yılan balığı yönetim kurulunu oluşturdu.

Tavşan, müfredatta koşmanın bulunmasını istemektedir. Kuş, uçmanın dâhil olmasını, balık, yüzmenin dâhil olmasını ve sincap, ağaca tırmanmanın mutlaka mecburi dersler arasında olması gerektiğini söylemektedir. Bütün bunları bir araya getirip, bir müfredat programı yaptılar ve bütün hayvanların bu dersleri görmesini istediler.

Tavşan koşu dersinden A alıyor olmasına rağmen, ağaca tırmanmak onun için çok ciddi bir sorundu. Sürekli kafa üstü düşüyordu. Bir süre sonra beyni hasar gördü ve eskisi gibi koşamadı. Artık koşuda A almak yerine, C alıyordu. Ve tabi, ağaç tırmanmada ise her zaman zayıf alıyordu.

Kuş, uçmada çok başarılıydı, ama sıra toprak kazmaya geldiği zaman, o kadar başarılı değildi. Sürekli gagasını ve kanatlarını kırıyordu. Bir süre sonra toprak kazma notu hala F olmasına rağmen, uçma notu C’ ye düşmüştü. Oda ağaca tırmanmada çok zorlanıyordu.

Sonuçta sınıf birincisi olan hayvan her şeyi yarım yapabilen, geri zekâlı yılan balığı oldu. Ancak eğitimciler çok mutluydu, çünkü herkes bütün dersleri görüyordu. Ve buna “geniş tabanlı eğitim sistemi” dediler.”

EV KADINI YETİŞMİYOR



EV KADINI YETİŞMİYOR
Kemalettin Tuğcu

Ev kadını yetişmiyor! Bu, ıstırap verici, acı acı düşündürücü bir hadisedir. Bunun böyle olduğunun herkes farkında değil. Bilakis, iyiye doğru gittiğimizi sanıyor, kızlarımızın gözlerinin ev dışında olmasını bir medeniyet, bir ilerleme hali zannediyorlar.
Hâlbuki işin iç yüzü böyle değildir.
desek ve böyle olduğu anlaşılsa herkesi büyük bir telaş alırdı.
dediğimiz zaman bunun ne büyük bir tehlike olduğunu kimse fark etmemektedir. Hâlbuki esasında bu, memlekette nebat yetişmemesinden daha acı ve cemiyetimiz adına tehlikeli bir olaydır.
Bizi çekip çeviren, ahlakımızı düzelten, yaşayışımızı düzenleyen evlerdir. Ev kadını yetişmeyince bu evlerin bir otelden farkı kalmaz. Hepimiz avare birer insan olup kalırız.
Gözlerimin önüne, müstakbel bir ev geliyor, bu evin beş tane anahtarı var. Büyük hanım bir okulda öğretmendir. İşi bitince eve döner. Anahtarla kapıyı açar, girer. Yorgun, argın bir köşeye çekilir.
Daha sonra kerime hanımefendi teşrif ederler. Bir dairede memurdur. Onun teşriflerini gelin hanımefendinin bankadan avdetleri takip eder. Daha sonra evin babası, ihtiyar muhasebeci ve evin oğlu mühendis bey gelirler.
Bu beş yorgun, artık gayrete gelip el birliğiyle bir yumurta mı kırıp yerler, hazır yemek mi alırlar bilmem. Benim bildiğim, bu evin ocağının tütmeyeceği, içinde aile hayatının bir türlü yerleşemeyeceği, olacak çocuğun terbiye edilmeyeceği ve hastaların bakılamayacağı bir yer olmasıdır.
İşte şimdiki gidişimiz bu ev tipine doğru bir gidiştir. Cemiyet halinde yaşaması gereken insanlara ilk cemiyet evdir. Ailedir. Bir ailenin bütün fertleri kendi kazançlarının, kendi istikballerinin peşinde bulunursa elbette diğerlerini düşünemezler. Herkes silahı omuzda bir asker gibidir. Kendi işine ve ev dışındaki istikbaline bakar. Fertlerin maneviyatlarını besleyen, onları ana, baba eden evdir.
Tam, tutumlu, bilgili, hamarat, evine bağlı ev kadınları birer birer içimizden eksiliyor. Yerlerine yenileri yetişmiyor. Çok faydalı bir şey olan okumak ve yazmak bizde, çok defa, okuyan kızın kocasına karşı kullanacağı bir silah haline geliyor.
Azıcık bir tazyik karşısında kocadan ayrılıp hayatını kazanmağa kalkışacaktır. Zaten evlenmek üzere olan kızlardan bu çeşit sözleri sık sık işitiyoruz. Kurulan yuvayı ıslaha, o erkeğin huyunu düzeltmeğe, onu ev erkeği etmeğe çalışmadan hemen yollarını değiştirecekler.
Okullarımızdaki ev idaresi, aile bilgisi adına okutulan şeyler, kızlarımıza kâfi bir fikir ve ev terbiyesi verecek durumda değil. Biz kızlarımıza saadeti yokluk içinde bulup yaşatma, erkeği ıslah gibi dersler, aile ahlakı terbiyesi vermeliyiz. Memur bayan, hâkim bayan yetiştireceğimize ev kadını yetiştirmeliyiz.
Fakat maalesef, ev hayatı deyince, günün genç kızı, aklına süpürgeyi ve bulaşığı getiriyor. Düşmandan kaçar gibi ev hayatından kaçıyor, ihtiyaç bahanelerini buluyor, kazancının yüzde onu bile eve girmiyor.
Günün en büyük tasası budur işte.

Yeşilay Dergisi – Ağustos 1976 – Sayı: 513

FAVORİ ÜZERİNE


Yeşilay Dergisi – Ağustos 1976 – Sayı: 513
Doç. Dr. Asaf ATASEVEN
Favori, Fransızca kelimesinin lisanımızda kullanılması, erkeklerde sakalların kulak önünde çene köşesine doğru uzatılması (1), yüzün her iki tarafında bırakılan sakal demeti (2) manasına gelmektedir.
Bugün köylüsü, kentlisi, işçisi, memuru, genci, yaşlısı, ağarmış saçlısı, siyah saçlısı favori uzatıyor veya Biş bırakıyor. Bu bir moda mıdır? Acaba ne mana ifade ediyor? Zannediyoruz ki, kimse ne mana ifade ettiğini bilmiyor. Berberler adeta erkeklerin saç, favori ve biş uzatmalarını teşvik edici davranıyor; Kadın kuaförlüğü gibi bir erkek kuaförlüğünün doğmasından pek memnun görünüyorlar.
Favori, eski devirlerde hristiyan şövalyelerde bir remiz, bir asalet ifadesi kabul ediliyordu. Bir şövalyenin favorisi ne kadar uzunsa o kadar asil yani o kadar Müslüman-Türk öldürmüş demekti. Bunu bilen ecdadımız favoriyi küfrün remzi kabul etmişti. Burada bir hatıramı zikredeceğim.
Sene 1958 yedek tabib olarak Erzurum’da görevimi yapıyorum. Cemal Gürsel 3. ordu, Mithat Akçakoca Kolordu kumandanı, gayretli bir albayımız var; fakat bıyıktan hoşlanmıyor. Bütün kaytan bıyıklı yedek teğmenlerin bıyıkları kesildi. Sıra bizimkine geldi. Bir gün bıyıklarımı kestirmem için emir verdi. Ben dedim. Bulduk iç hizmeti beraber okuduk: Vaz-ı kanun subaya, yasaklıyor diyordu (3). Ertesi gün buna rağmen bıyıkları bir daha kesmemek üzere kestik. Bu tarihten sonra subaya yasaklanan konular üzerinde düşünür oldum. malum. YANİ ÇENEDE SAKAL BIRAKMAK PAPAZ ÂDETİ, ya favori? O zaman Türkiye’de bir tek favorili insan mevcut değildi. Bir gün M. Akçakoca Paşa teftişe geldi. Ve bir brifing yapıldı. Ben paşaya sordum. Paşa, dedi. Favoriyi o zaman öğrenmiştim.
Bugün birçok dostlarımız favori uzatıyor, biş bırakıyor; tabii bilmeden yapıyorlar. Bazen soruyorum. meseleyi izah ediyorum. <Öyle mi?> diye hayret edenler oluyor. Bazı kimseler diye bilmeden bir kompleksi ifade ediyorlar. Hâlbuki dedelerimizin adetleri; onlara sırt çeviriyoruz. Onları yaşatsak nerede, bunları önce Avrupalı yapmalı ithal malı gibi bize oradan gelmeli. Dedelerimizin bir sakalı vardı. Bugün gençlerimiz sakal bırakıyor. Fakat bu dedelerinki değil, Turistlerinki, onlara benzemek gayreti.
Belki bütün bunlar ufak şeyler, teferruat diyecekler olabilir. Her şey ufak olabilir. Ama bu ufaklar birleşir büyür, milletleri millet yapan örf, adet ve gelenekleri teşkil eder. Bugün, örf, adet ve geleneklerimizi tanımayan bir anayasa mahkemesine rağmen her millet gibi bizde de geleneklerimizin yaşadığını, yaşatıldığını görmenin hasreti içindeyiz.
___________________________
(1) Danişmend, İ. H., Güntekin, R.N.,Delilbaşı, A.S. ve Ataç, N.: Fransızca Türkçe resimli büyük dil kılavuzu. Kanaat Kitabevi. İstanbul cilt 1 sahife: 519.
(2) Meydan Larousse cilt 4. Meydan yayınevi İstanbul. 1971 sahife: 548.
(3) Türk Silahlı Kuvvetleri iç hizmet kanunu ve yönetmeliği. 3. baskı Genel Kurmay -Basımevi Ankara 1969. Madde 34/d (Sahife 13) ve madde 84 (sahife 9)

İngiltere’de Osmanlı modeli bir mektep: ETON KOLEJİ

ETON’DA OKUMAK SERVET İSTER Eton’a çocuğunu yazdırabilmek için 2 aylıkken sıraya girmek ve senelerce mektep masrafları ödemek üzere servet biriktirmek gerekir. emokrasinin beşiği İngiltere asırlardır elitler tarafından yönetilir. Halk siyasete fazla alâka duymaz, yalnızca seçimlerde elitler içindeki bir grubu idareci olarak seçer. Bu elitler sadece asillerden değil, yüksek kariyerli, zeki, hayatta muvaffak olmuş, mazbut yaşantılı ve olabildiğince dindar insanlardan teşekkül eder. Bu kriterleri temin eden herkes elit sınıfına yükselebilir. Bunun için yalnızca liyâkat ve talih aranır. Bu bakımdan İngiltere ile Osmanlı Devleti arasındaki benzerlik şaşırtıcıdır. Osmanlılar, farklı ırk, din ve kültürlerden geldiğine bakmaksızın, zeki ve kabiliyet testini geçen çocukları devlet adamı olmak üzere saraya alıp Enderun mektebinde yetiştirirdi. Bir Balkan köylüsünün oğlu, yukarıdaki vasıfları taşıyorsa, talihi de yaver giderse ülkenin elit sınıfına girip, en yüksek makamlarına yükselebilir, padişaha damat bile olabilirdi. Artık bir Balkan köylüsü değil, yüksek hasletlere sahip, nazik, kültürlü, ince ruhlu, Türk-İslâm terbiyesini benimsemiş bir Osmanlı beyefendisidir. İngiltere’nin VIII. Henry‘den beri süper güç olma yönünde Osmanlı Devleti’ni numune alarak, bunun muvaffakiyet sırlarını kendi bünyesine tatbik ederek yükseldiği söylenebilir. İmparatorluk mirasını hoyratça har vurup harman savurduğumuz için bugün böyle köklü müesseselere sahip olmamamız acı bir kayıptır. BİR BAŞKADIR ETONYALILAR İngiltere’yi süper güç yapan elitler, Eton Koleji gibi mutenâ mekteplerden yetişir. 1440 senesinde 70 fakir talebenin okuması için Kral VI. Henry tarafından kurulan Eton, zamanla bu maksada hizmet eden bir mektep hâlini almıştır. ‘Etonyalılar’ın yürüyüşünden konuşmasına, yemek yiyişinden yürümesine kadar her şeyi farklıdır. Birinin Eton’lı olduğu esrarlı, ağır, ciddi ve ketum havaları ile ilk bakışta anlaşılır. Çünki küçük yaştan itibaren şıklık, zariflik ve kültür ile yoğrulurlar. Mektebi bitirdikten sonra da çok itibarlı işlerde çalışma imkânı bulurlar. Eton’lı olmak, lord unvanı gibi talebenin üzerine bir imza gibi yapışır. Bir çocuk 8 yaşına gelince Eton’un ilk kısmına alınır. 10-13 arası 20 hazırlık sınıfından birine girer. 13-18 yaş arasında 6 yıllık gerçek Eton tahsili başlar ve yılda takriben 29.000 pound (47.000 $) ödenir. Bu sebeple Eton öteden beri asillerin çocuklarını okutan bir centilmen fabrikasıdır. Asiller de burada kendilerini daha asil hissetmeyi ve böyle davranmayı öğrenirler. Kapılarını herkese açmaz. Zaten İngiltere’de mekteplere talebe seçmek hususunda büyük serbesti tanınmıştır. Şimdi Eton’a sadece asillerin çocukları değil, zeki ve istikbal vadeden her çocuk kabul edilmektedir. Bugün 70 burslu talebe imtihanla, 200 talebe de imtihansız alınmaktadır. Elan 1300 talebesi vardır. DİŞİ SİNEK GİREMEZ Eton Koleji, Berkshire‘da Thames Nehri üzerinde Windsor şatosuna yakın Eton kasabasındaki tarihî binalarda tedrisat yapan yatılı bir erkek mektebidir ve buraya dişi sinek bile giremez. Zaten İngiltere’de kız veya oğlan mektepleri yaygındır; karışık mektepler azdır. Yetkililer karışık mekteplerin hem masraflı olduğunu (çift tuvalet, çift havuz, çift soyunma odası gibi), hem de bu yaşta talebelerin bir arada okumasının psikolojik mahzurları bulunduğunu söylemektedir. Eton’lılar 25 evde kalır. Ancak hafta sonları ve bayramlarda evlerine gidebilir. Mektep idaresi, bu sıkı disiplin içinde bile çocuklara bir yetişkin muamelesi yapar. Onları bir kalıba sokmaya çalışmaz, hepsinin karakterine hürmet gösterir. Ferde değer vermek İngiltere’nin karakteristik hususiyetidir. Eton’da sıkı bir disiplin tatbik olunur. Çok ciddi bir tahsil yanında, emsalsiz bir terbiye de verilir. Antik Çağ tarihinden Lâtince’ye kadar muhtelif dersler alınır. İsteyen talebelere askerlik talimi bile yaptırılır. Çeşitli spor takımları vardır. Ama burada kazanmak veya iyi oynamak değil, sadece müsabakaya katılmak mühimdir. 16 yaşına gelen talebe kendisine iki sene için bir vasi seçer. Bu vasi, çocuğu kabiliyetine göre bir mesleğe yönlendirir. Mezunların üçte biri Oxford ve Cambridge gibi köklü üniversiteler gider. Böylece çocuklar geleceğin İngiltere’sini yönetmek üzere yetiştirilir. Eton’dan William Pitt, Grenville, Waterloo kahramanı Wellington Dükü, Gladstone, Balfour, Harold Macmillan, Anthony Eden gibi 18 başbakan çıkmıştır. Çok sayıda ilim adamı, şair, yazar, müzisyen, profesyonel sporcu, aktör, diplomat, subay, politikacı yetiştirmiştir. Henry Fielding, Ian Fleming, Aldoux Huxley, George Orwell gibi romancı, Thomas Grey, Shelley gibi şair, Keynes gibi iktisatçılar vardır. İngiltere, Tayland, Nepal, Hindistan, Kuveyt hanedanlarından prens ve krallar Eton’da okumuştur. Genç prensler William ve Harry de Eton’dan mezundur. Dünden Bugüne Ekrem Buğra Ekinci Türkiye Gazetesi 12 Mayıs 2010 Çarşamba

ÖZGÜR KÖLELER!

Kitapları Türkçe’ye de çevrilen Frederic Beigbeder, 4.900 TL isimli kitabında reklam totalitarizminin diktatörlerden daha acımasız olduğunu anlatırken şöyle diyor: “Reklam insanlığı köleleştirmek için, düşük profilli olmayı, esnekliği, ikna metodunu seçti. İnsanın insana egemen olduğu günden beri ilk defa, karşısında özgürlüğün bile işe yaramadığı bir egemenlik sisteminde yaşıyoruz. Tersine sistem bütün kozlarını özgürlük üzerine oynuyor; en büyük buluşu da bu zaten. Her türlü eleştiri yararına oluyor. Sistem size kibarca boyun eğdiriyor. Her şey serbest. Sistem hedefine ulaştı, itaatsizlik bile bir itaat biçimi haline geldi.” … ….. “Ben reklamcıyım. Asla sahip olamayacağınız şeylerin hayalini kurduran adam… Son kampanyamda itelediğim rüyalarınızın arabasını satın almayı başardığınızda, ben onu çoktan demode etmiş olacağım. Ben üç model önden gidiyorum ve her zaman sizi hüsrana uğratmanın bir yolunu buluyorum. Cazibe, büyüleyicilik, attığınız her adımda sizden biraz daha uzaklaşan o masal ülkesinin adıdır. Sizi yenilik bağımlısı yapıyorum. Yeniliğin avantajı hiçbir zaman yeni kalmaması. Her zaman bir öncekini eskitecek yeni bir yenilik bulunuyor. Salyalarınızı akıtmak.. İşte benim kutsal görevim bu. Benim mesleğimde kimse mutlu olmanızı istemez, mutlu insanlar tüketmezler.” Ahmet Sağırlı - Türkiye Gazetesi - 18 Ekim 2002 - Cuma

Gençlere...

Onu görmemen mümkün değil. Kalkınmış ülkeler, sana tepeden bakıyorlar. Sen sana tepeden bakan o ülkelere canını atmak için uğraşıyorsun. Bir zamanlar, o ülke insanları sana hayrandı, şimdi sen onlara hayransın. Bir zamanlar, onlar senin memleketini öve öve bitiremiyorlardı. Şimdi sen onları övüyorsun. Avuç avuç dağıtırken avuç açan oldun. Kimse avuç açana gıpta ile bakmaz. Kötü yöneten kötü insanlarla bu memleket kötürüm hale getirildi. Bundan dolayı sadece sen değil, senin çocukların da değil senin torunların bile bugünden borçlu. Sadece paran değil ismin de itibarsız oldu. Bin türlü yalanla ortaya koydukları şunlardan ibaret. Kifâyetsiz ekonomi, kifâyetsiz eğitim, kifâyetsiz siyaset. Üç asırdır yokuş aşağı gidiyorsun. Bu düşüşün durması sana bağlı. Her milletin bir serveti var bu milletin serveti sensin. Bu yüzden dikkat et sen bozulmak isteniyorsun. Yıkılmak isteniyorsun. Ruhen genlerinle oynanıyor. Mankurt yapılmak isteniyorsun. Hedefleri, millî, ailevî, tarihî, edebî, harsî ve dînî... ne varsa senin onlara yabancılaşman. O yüzden bunları küçümsüyor, alay ediyor, yeriyorlar. Okullar sana çok şeyi veremiyor. Ebeveyn de öyle. Mahalle de öyle. Bütün yük yine sana kalmakta. Sen, seni kendinden, arkadaşından, milletinden hatta insanlıktan sorumlu tutmalısın. Bunun için de kendini yetiştirmelisin. Yük olan değil, yük çeken olmalısın. Yol gösterici rehber ve kurtarıcı olmalısın. Ülkemi ben kurtaracağım demelisin. Hedefin yüksek, elinde tuttuğun meşalenin aydınlığı gür olmalı. Bu meş’aleyi çoğaltmalısın. Başı dik bir milletin bugün başı önünde. Ne Orta Asya’nın, ne Kafkasların, ne Orta-Doğunun, ne Anadolu’nun, ne Balkanların başı dik. Onlara başlarını eğdiren sebep ne olabilir? Bu sebepler sürüyle. İşte sen onları araştıracak, tahlil edecek, yalanları aşarak seni bekleyen bu bölge insanlarının elinden tutacaksın. Bu saydığımız coğrafya istendiği kadar siyaseten ayrılsın. Tarih onları tekrar birleştirir. Onların birlikten öte şansları yoktur. İnsan doğar, büyür ve ölür. Bu bütün canlılar için böyledir. At da, ot da doğar büyür ve ölür. Seni attan ve ottan ayıran bir fark olmalı. O, taşıyacağın yüksek fikirlerdir. O yoldaki gayretlerindir. Hiçbir kahraman ilk günden kahraman sayılmadı. Er-geç bir mesleğin olur. Bizim dediğimiz meslek değil, maksattır. İşte insanı attan ve ottan ayıran fark bu maksattır. Kafanı, keseni ve kalbini zenginleştirmek zorundasın. Onun için de çok çalışmak borcundasın. Derlen, diril, toplan ve ayağa kalk. Bu ölü toprağı yeter. Ayaklarının altında aşağılık duygusu, kartal bakışlarıyla ufuklara doğru bakıp geçmişin ve geleceğin hesabını yapan ipek kalpli, çelik iradeli genç!.. O genç sen misin? Hasretinde olduğumuz o genç, sen olmalısın. Zil çalıyor. Sınıfına koş ve o genç, sen ol!.. İstersen olursun. Yeter ki iste. Bu zincirler kırılmalı. Entellektüel Boyut Rahim Er Türkiye Gazetesi 10 Eylül 2001 Pazartesi

Çocuğumu eğitim sisteminden korumam lazım

25 Aralık 2012 Salı

Ahmet Sağırlı gazetemizdeki bir yazısında “çocuğunuzu okula verirken ‘eğitim sisteminin vereceği hasarı nasıl azaltabilirim’ diye düşünmelisiniz” demişti. Elhak doğru... Bu ülkede eğitim düzeyi yükseldikçe idraklerin nasıl dumura uğradığını, zihinlerin nasıl köreldiğini gördükçe “ne yapsam da çocuğumu eğitim tahribatından korusam” diye düşünüp duruyorum. Cicili bicili kolejlerde, lüks kampüslü üniversitelerde okuyan gençlerin, müesses nizamın kutsallarına ve sloganlarına nasıl şevkle sahip çıktıklarını gördükçe... Profillerine Atatürk resmi koydukları twitter’da, facebook’da yazdıkları sığ ezberleri okudukça... Seçilmiş hükümete ve başbakana hakaret etmeyi ilericilik ve devrimcilik sayıp, iş oligarşik vesayet düzenini değiştirmeye gelince nasıl sistem savunucusu olduklarını gördükçe... Oğlumu “eğitilmekten” nasıl korumalıyım diye düşünmeden edemiyorum. *** “Öğrenci Kolektifi” diye ortaya dökülen gençleri dinlediniz mi? Bulamaca dönmüş fikirlerini, solcuyuz derken Kemalist ezberlerle konuşmalarını, devrimci olmaktan bahsederken tepkilerini -nedense- oligarşik statükoya değil de seçilmiş hükümete yöneltmelerini gördükçe, “ne olmuş bu gencecik insanlara?” demiyor musunuz? *** AK Parti’den nefret etmeyi statü sembolü hâline getiren kentli orta ve zengin sınıfın “en iyi okullarda!” okumuş çocuklarına sorsanız, hepsi ilerici ve çağdaştır. Ama 70 yıl öncesinin totaliter tek parti ideolojisinin sloganlarını tapınırcasına benimsemekten gocunmazlar. Demokrasi derler ama demokratik seçimle gelen iktidarı düşman olarak tarif ederler. Aldığı oyları da küçümser, “cahil halk” derler. Zira, kendileri eğitimlidir! İlkokuldan beri İngilizce öğrenmekte, bale, drama, gitar... ne kadar kurs varsa gitmektedirler. Eğitimsiz halk öyle mi ya! İşte böyle gidip “Akepe’ye” oy verirler onlar! Oysa, o burun kıvırılan halkın eğitim düzeyi düşük belki... Ama idrakleri, firasetleri birçok “diploma koleksiyoncusu marka çağdaşından” yüksek... Zira dogmatik eğitim sistemi onları fazla tahrip edememiş. İşte bu yüzden, oğlumun “düşünme melekelerinin” eğitim sisteminde dumura uğramaması için dua ediyorum.


Mustafa Selçuk
Türkiye Gazetesi
12 Aralık 2010 Pazar

Sen Bir Az-Gelişmişsin

15 Eylül 2010 Çarşamba


“Kıtaları ipek bir kumaş gibi keser biçerdik.

Bir biz vardık cihanda, bir de küffar…

Zafer sabahlarını kovalayan bozgun akşamları. İhtiyar dev, mazideki ihtişamından utanır oldu. Sonra utanç, unutkanlığa bıraktı yerini, “Ben Avrupalıyım” demeğe başladı, “Asya bir cüzzamlılar diyarıdır.”

Avrupalı dostları, acıyarak baktılar ihtiyara ve kulağına: “Hayır delikanlı”, diye fısıldadılar, “sen bir az-gelişmişsin.”

Ve Hıristiyan Batı’nın göğsümüze iliştirdiği bu idam yaftasını, bir “nişan-ı zişan” gibi gururla benimsedi aydınlarımız.”

Cemil Meriç

Canım İstanbul



Ruhumu eritip de kalıpta dondurmuşlar;
Onu İstanbul diye toprağa kondurmuşlar.
İçimde tüten bir şey; hava, renk, edâ, iklim;
O benim, zaman, mekân aşıp geçmiş sevgilim.
Çiçeği altın yaldız, suyu telli pulludur;
Ay ve güneş ezelden iki İstanbulludur.
Denizle toprak, yalnız onda ermiş visale;
Ve kavuşmuş rüyalar, onda, onda misale.

İstanbul benim canım;
Vatanım da vatanım...
İstanbul,
İstanbul...

Tarihin gözleri var, surlarda delik delik;
Servi, endamlı servi, ahirete perdelik...
Bulutta saha kalkmış Fatih'ten kalma kır at;
Pırlantadan kubbeler, belki bir milyar kırat...
Şahadet parmağıdır göğe doğru minare;
Her nakışta o mâna: Öleceğiz ne çare?
Hayattan canlı ölüm, günahtan baskın rahmet;
Beyoğlu tepinirken ağlar Karacaahmet...

O mânayı bul da bul!
İlle İstanbul’da bul!
İstanbul,
İstanbul...

Boğaz gümüş bir mangal, kaynatır serinliği;
Çamlıca'da yerdedir göklerin derinliği.
Oynak sular yalının alt katına misafir;
Yeni dünyadan mahzun, resimde eski sefir.
Her aksam camlarında yangın çıkan Üsküdar,
Perili ahşap konak, koca bir şehir kadar...
Bir ses, bilemem tanbur gibi mi, ud gibi mi?
Cumbalı odalarda inletir “Kâtibim”i...

Kadını keskin bıçak,
Taze kan gibi sıcak…
İstanbul,
İstanbul...

Yedi tepe üstünde zaman bir gergef isler!
Yedi renk, yedi sesten şayisiz belirişler...
Eyüp öksüz, Kadıköy süslü, Moda kurumlu,
Adada rüzgâr, uçan eteklerden sorumlu.
Her şafak Hisarlarda oklar çıkar yayından
Hâlâ çığlıklar gelir Topkapı Sarayından.
Ana gibi yâr olmaz, İstanbul gibi diyar;
Güleni söyle dursun, ağlayanı bahtiyar...

Gecesi sümbül kokan
Türkçesi bülbül kokan
İstanbul,
İstanbul...

Necip Fazıl Kısakürek
 

2009 ·Vefâ Arşivi by TNB