Şiir

Şiir
Ben Osmanlıyım

Okudum Not Aldım

Okudum Not Aldım
Hayatta İki Şey

Türkçe... (Mi?)

Türkçe... (Mi?)
Tehlike...

Okudum Not Aldım

Okudum Not Aldım
Ne Çıkar Ateşböceği Sansalar Bizi…

Hâbil amca -3- Kabirden gelen ses

17 Mayıs 2009 Pazar

Allahım… Nur yağıyor hayatıma… Sana yarattıkların adetince şükür olsun… Onların sevgisi ve feyzleriyle İslamiyet'e uymak ve günahlardan kaçmak kolaylaşıyor, onu fark ediyorum… Hep yanlarında bulunmak istiyorum. O derya gibi kalbe dalmak, inci mercan çıkarmak artık işim… Belki köpekliğimden de böylece kurtulabilirim…
Gittikçe baba-oğul gibi olduk… Teklifsiz gidebiliyorum artık. Onlar da rahatlıkla her hassas konuya giriyorlar. Şefkatleri ve 'sen benim evladımsın' anlamı taşıyan tavırları arttıkça, ben de edebimin artmasına dikkat ediyorum… Yıllardır yakamdan düşmeyen şımarık düşünce ve tavırlarımdan korkuyorum… Hata yapsam affederler biliyorum ama, bu büyüklerden ancak ve ancak edeple istifade edilir gerçeğini de unutmuyorum… Bazen baş başa otururken sohbetlerine ara veriyorlar, bir sessizlik oluyor... Başlarını öne eğip susuyorlar… Sonra durup dururken başlarını kaldırıp, o tatlı bakışları ve gülüşleriyle, - Ömer… Ömer’im diye sesleniyorlar… Hak etmiyorum bu iltifatlarını, iyi biliyorum ama onların derya gibi kalpleri de coşuyor hal kapladığı zamanlarda… O derya benim gibi bir lokma pisliği elbette temizler…
***
Yeğenim Hikmet… Doğuştan kalp problemliydi yavrucak… 8 veya 9 aylıktı. Ailecek üzerine titriyoruz. Sık sık hasta oluyor. Eve bir telefon geliyor ahizeyi kulağına tutuyoruz; telefon açan seslensin de bir tepki versin diye… Bu sağlık müjdesi anlamı taşıyordu bizim için…Osmanlı'da çok güzel bir gelenek varmış. Çocukların konuşmaya yakın çağlarında, yakınları ona 'ALLAH' ismi şerifini sık sık telkin ederlermiş. Yeryüzünde ağzından çıkan ilk kelam 'ALLAH' ismi olsun diye. Biz de Hikmet'e böyle yaptık. Bütün aile fırsat buldukça gözlerinin içine bakıp 'ALLAH' derdik ama çocuktan en ufak bir ses çıkmazdı. Hiç konuşmamıştı. Hem hastalığı hem de her hangi bir şey söylemeyişi bizi içten içe üzer, aile içinde birbirimizden saklardık bu üzüntümüzü…Bir seferinde yine hastalandı. Habil amca durumdan haberdardı. O akşam ya ben onlara telefon açtım veya O bize, tam hatırlamıyorum. Hal hatır sorduktan sonra,- Çocuk nasıldır, dediler.— Efendim şimdi daha iyi… Tam karşımda beşiğinde yatıyor, dedim… O anda içimden Habil amcanın sesini duysun, bir de O 'ALLAH' desin, O'nun mübarek sesini işitsin isteği geçti...— Efendim ahizeyi kulağına uzatsam, sizin sesinizden 'ALLAH' ismini duysa. Biz telkin ediyoruz, söyletemiyoruz, dedim…— Ver bakalım, buyurdular…

BİZDEN DEĞİL EVLAT…
Telefonun sesi dışardan hafif duyuluyordu. Çocuğun babası, annem, annesi odada bekleşiyoruz ve dinliyoruz…Hâbil amca - Hikmeeeet, oğlum… diye seslendi. Çocuk bir anda ahizeye doğru döndü. Mıknatısın iğneyi çekmesi gibi ahizeye yanaşmaya çalıştı. O mübarek 'ALLAH' der demez, yavrucak gayet açık ve net bir şekilde- ALLAH dedi.Donup kalmıştık. Telefonu aldım - Efendim ALLAH dedi, diyebildim…— Bizden değil evlat, Efendi babadan…(Yani onun kerameti) buyurdular… Bu yeğenimi 11 yaşında kaybettik…
***
Ekşi elmayı çok severlerdi. Hem kendileri hem Ziynet ninem… Üç sene boyunca ekşi elmalarını eksik etmedim. Biteceği günü tahmin eder ona göre kilolarca götürürdüm onlara. Ben soyardım ikisi yerdi. Ne güzel anlardı Ya Rabbi…— Ömer bizi ekşi elmasız bırakmıyor hanım, der memnuniyetlerini dile getirirlerdi. Son zamanlarında yemek pişiremeyecek kadar güçten düşmüşlerdi. Elimden geldiğince yemeklerini ısıtır, masalarını hazırlar öyle işime giderdim… Ama çok üzülürdüm hallerine…

BEN USTALARIN USTASIYIM…
Nur sohbetlerinden birinde anlattılar…
— Bir gün Efendi hazretlerine dükkânımda cübbe dikiyordum. Arkadaşlar dediler ki – Habil abi belinin ölçüsünü alırken bu vesileyle ona bir sarıl, fırsatı kaçırma. Ben de mezroyla bellerinin ölçüsünü alırken bir güzel sarıldım efendiye… Kıyafet bittikten sonra – Efendim çıkarsanız da düğmelerini diksem, cetvelle ölçmek lazım, dedim. O anda ciddileştiler, ötelere baktılar ve – Ben ustaların ustasıyım, buyurdular… (Yani her meslekteki ustadan ustayım…)Sonra cübbe üzerlerindeyken hiç bakmadan parmaklarıyla bir yeri işaret ettiler ve – Dik, buyurdular… Ben de oraya düğme diktim… — Bitti mi, buyurdular… — Evet efendim, dedim… Bir yer daha gösterdiler cübbeye bakmadan ve – Dik, buyurdular… Oraya da bir düğme diktim… Böyle böyle bitirdik… Bir de baktık ki cetvelle çizilmiş gibi, gayet muntazam ve düğmelerin aralığı milim fark etmeksiniz aynı uzaklıkta…
Devam ediyorlar: - Efendi hazretlerinin huzuruna doktorlar gelirlerdi… Başlarını öne eğer onu dinlerlerdi. Efendi onlara tıptan, organlardan ve vazifelerinden, hastalıkların sebeplerini arama ve tedavi şekillerinden bahsederlerdi… Efendi baba, - İğne ucunun dişe dokunan kısmında 1 milyon mikrop yaşar. Bunların ağızları var, mideleri var, sindirim organları var, bağırsakları var, buyururlardı... Efendisinin bu sözlerini naklettikten sonra şu beyitleri söylerdi Habil amcalar:
Muntazamdır cümle efalin seninAklı ermez hikmetine kimsenin

BU ŞİFRE HAZİNE DEĞERİNDE
Bir defterleri vardı… Efendisinin yıllar boyu sohbetlerini Osmanlıca not tuttuğu defter. Ne hazineler vardı orada... Bana bir yeri çok sık okurlardı. Demek ki çok ihtiyacım varmış… Onu size aynen naklediyorum…
Efendi hazretleri buyurmuşlar ki: - Nefs, bir başı yüzün önünde, bir başı midenin üzerinde iki başlı yılan gibidir. Kelime-i tevhidin, yani 'La ilahe illallah' kelimesinin baş harfi olan 'Lâmelif' makasa benzer…(Habil amca burada bize terzilik günlerinde kullandığı eski makasını açarak gösterirdi… Hakikaten aynı 'Lâmelif'e benziyor diye düşünürdük…) Bu güzel kelime bir kere söylenince bu yılanın iki başı diklemesine kesilmiş olur. O kişinin nefsi 4 parçaya ayrılır (yani zayıflar)… Bir kimse böylece günde 1100 kere 'La ilahe illallah' dese nefsi 4400 parçaya bölünür… Her yüzde 'Muhammedün Resûlullah' eklenir… Nasiplisine bir işaret yetişir…
***
Bir gün, - Kaldırabileceğini bilsem sana bu defterdeki daha derin ilimleri okurdum, buyurdular… Çok merak ettim… — Kaldırırım efendim, dedim çokbilmişçesine… — Pekâlâ, dediler. Bir sayfasını açtılar… Öyle bir yazı okudular ki hayret girdabına sürüklendim… Daha bir cümle okumuşlardı… Güldüler ve defteri kapattılar… Onların vefatından sonra da senelerce, 'Niye hazır değildim… Kim bilir ne sırlara kavuşacaktım?' diye hayıflandım durdum; onların bu ilimlere aşina olmalarına hayranlıkla birlikte…

MANEVİ ZİYAFETE NE DERSİNİZ…
Bir Ramazan günü Habil amcalarla baş başa iftar ediyorduk. — Efendim Allahü teala size ahirette şefaat hakkı verirse bana da şefaat eder misiniz? diye sormuştum... Çok mütevazı oldukları için mahcubiyet yaşamasınlar diye 'şefaat hakkı verirse' şeklinde sordum. Yoksa bütün zerrelerimle şefaat makamına kavuşacaklarına zaten inanıyordum... — Müslümanlar elbette birbirlerine şefaat edecekler, karşılığını verdiler. Üstü kapalı, tevazu ve zarafet akan bir müjdeydi… Allahü tealadan dilerim ki, bu yazıları zevkle okuyanları ve sevdiklerini de bu müjdeye dâhil eylesin...

BİR VAKİT NAMAZIMI KAÇIRMAKTANSA…
Anlatıyorlar… Her zerremle dinliyorum…
— Babam karar verdi... Evin eşyalarını Trabzon'dan gemiye yükledik. İstanbul'a temelli kalmak için geliyoruz. Gemide eşyalarımızın etrafında kılıksız kılıksız, hırsız tipli adamlar dolaşıyor… Ben de eşyalarımızı çalmasınlar diye dikkat kesildim. Toyluk da var. Eşyalarımızı koruyayım diye birkaç namazım geçti… (Henüz çocuk yaştalar imiş…) İstanbul'a geldik… Babamla doğruca Efendiye gittik… Daha yeni selam verdik, oturduk ki Efendi sordular – Habil yolda namazlarını kılabildin mi?... Ben – Efendim eşyalarımızın etrafında hırsız kılıklı adamlar dolaşıyordu, onlara dikkat edeyim, eşyalarımız çalınmasın derken birkaç namazım…demeye kalmadı – Eyvaaaah, buyurdular… — Oğlum keşke bütün eşyalarınız çalınsaydı da bir vakit namazını kaçırmasaydın… Bir vakit namazımı kaçırmaktansa Allahü teala yüz bin kere canımı alsın, buyurdular…
O günleri yaşardı o anda Habil amcalar ve sık sık derlerdi ki: - Bir beynamazın (yani namaz kılmayanın) yedi mahalleye zararı vardır. Ya o eve nasıl zararı vardır, düşünmek lazım gelir…

BENİM KALBİM SANA AKTI, SEN BİZİMSİN…
Abdülhakîm Efendi, Habil amcayı bir seferinde rüyasında imtihan etmişler… İşte noktasına virgülüne kadar dinlediğim o olay: - Efendi hazretleri beni vefatlarından sonra bile imtihan ettiler… Rüyamda bana, - Senin babandan da çok fayda gördüm, buyurdular… Ben de, - Efendim onların sizden gördüğü fayda yanında ne ki?.. dedim. Ciddileştiler, memnundular… İmtihanı kazandım evladım…
***
Bir gün bir telefon geldi. Yeğeni arıyordu. Dinledikleri karşısında Habil amcanın oldukça canı sıkıldı. Bu yeğeninin genç kızı çalışmak istiyormuş. Babası da ailenin büyüğü olan Habil amcaya soruyordu telefonda 'ne yapalım?' diye… Verdikleri cevap muhteşemdi: - Evlat eskiden bir kişi çalışırdı evde 10 kişi doyardı, bereket vardı… Şimdi bir evde 10 kişi çalışıyor 10'u da doymuyor. Çünkü hanımlar çalışırken dünyanın günahına giriyor, bereket kalkıyor…
***
"Benim kalbim sana aktı…", "Defterime iki kimsenin ismini 'Bizim' diye kaydetmiştim. Senin ismini de 'Bizim Ömer' diye kaydettim…" Ne devlet… İltifatlarına layık değildim ama onlar çok merhametli ve cömertti…

NUR DERYASINDA…
Onları tanıdıktan sonra Abdülhakîm Efendi'nin büyüklüğünü daha iyi anladım. Daha doğru bir ifadeyle anlayamayacağımı anladım.
Habil amcanın işaretleriyle Ankara Bağlum'daki kabirlerine koşturdum. Fazla kalmamam gereken bir ziyaretti... Kabirleri yanına yüreğim pırpır ederek vardım… Oradaki ruhaniyet bir anda sardı beni... Mantığım 'çok fazla kalma' dese de, kalbim bir türlü kısa süreli ziyareti kabul etmiyordu. Toprak perdesi ardından o güzel gözleriyle süzüyorlardı bu yüzü karayı, çok belliydi. 15 dakika kadar mest olmuş şekilde yerime mıhlanıp kaldım… Derken kabrin içinden ses gelmeye başladı. Sanki kabir tahtalarına vuruyorlardı… Güm…güm…güm…git…git.. git artık der gibi... Gel de bu âşık kalbe anlat bu ihtarı... — İleride bir yerde toprak kazıyorlardır, onun sesi buraya geliyordur, diye kandırdım kendimi… Bu kandırışın üzerinden bir saniye geçmeden öyle bir şey oldu ki…

0 Yorum:

Yorum Gönder

 

2009 ·Vefâ Arşivi by TNB