Şiir

Şiir
Ben Osmanlıyım

Okudum Not Aldım

Okudum Not Aldım
Hayatta İki Şey

Türkçe... (Mi?)

Türkçe... (Mi?)
Tehlike...

Okudum Not Aldım

Okudum Not Aldım
Ne Çıkar Ateşböceği Sansalar Bizi…

Hâbil amca -4- Buluşma vakti

17 Mayıs 2009 Pazar

Efendi hazretlerinin kabrini çevreleyen demir parmaklıklara dev bir şey dokundu sanki... Ses parmaklıkların başımın üzerindeki kısmından başladı ve bir anda dört tarafını büyük bir süratle döndü. Hemen ayrıldım… Habil amcalara anlattım bu büyük kerametlerini… Şaşırdılar… — Evladım kabrin içinden ses duyduğuna emin misin?— Evet efendim, eminim…Şaşkınlıkları devam etti ve – Mübarek olsun diyerek, Efendi hazretlerinden, kabirden ses duyanlarla ilgili bir nakilde bulunup, hayatımın en büyük müjdesini verdiler. O müjdenin ne olduğunu burada yazmayacağım. Mahşer günü söylerim sizlere, tabii layık olabilirsem…
***

HAYDİ GELİN… BİZİ BEKLİYOR…
Ben o evi ve onlarla baş başa konuştuğumuz odayı tarif edeyim. Siz gönül dostlarımla hayalimizde o evde, o odada buluşalım… Bu satırları zihninizde ve kalbinizde şekillendirin ve Habil amcanın huzuruna hep birlikte varalım. Sohbetini hayal dünyamızda hep beraber dinleyelim…
İki katlı, koyu yeşil ahşap bir evin önündeyiz… Üst katı dışa çıkıntılı… Kapısı açık mavi boyalı. Kapıyı açtım ve sizleri içeri alıyorum…
İşte kapıdan içeri süzülüyoruz. Aman, hiçbiriniz dışarıda kalmayın... Önce loş ve hoş mu hoş bir karanlık kucaklıyor sizi… Soldaki prizden ister ışığı açın, ister açmayın… Ben açmazdım… Maziye götüren bir karanlık sarsın isterdim ruhumu… Girişte eski bir mermere adım atıyorsunuz… Ama hayli eskimiş… Sağ taraf birinci kat ama kimse oturmuyor. Mahzun… Birkaç adım atıyoruz hep birlikte ve soldan üst kata çıkan merdivenler karşılıyor sizi. Dışarıdan içeriye ne trafik sesi ne insan gürültüsü ne 20. asrın kaosu, hiçbir şey giremiyor… Basamaklar tahtadan ve açık yeşile çalıyor. Tarih kokuyor bu basamaklar… Basıyoruz birer birer onlara... 'Ne kadar da doğallar' diye düşünüyoruz… Sağ taraf duvar ve açık mavi boyalı. Yaklaşık 20 basamak çıkıyorsunuz, yavaş yavaş hafif sola kıvrılıyor gittikçe… Bittiğinde yerden yaklaşık 3,5 metre irtifaya yükselmiş oluyoruz. Ancak birazdan, O'nu dinleyerek ruhumuzun yükseleceği irtifanın yanında ne ki… Çıktık ve iç kapıya geldik işte. Tahtadan kahverengi bir kapı ve kenarları beyaz boyalı…
Kapıyı tıklatıyoruz…— Ömer sen misin?— Benim efendim…— Yalnız mı geldin…— Yüzlerce seveninizi getirdim, kabul buyurursanız…
Heyecanlı bir bekleyiş ve kapı açılıyor. İşte Habil amca…O yakıcı bakışlarla karşılıyor bizi…
İçeri giriyoruz. Bir salon… Bahçeye bakan karşı duvarda pencere, sağ duvarda bir pencere daha, onun tam karşısında bir pencere daha… Solda çıtır çıtır yanan bir soba… Ben bu kadar sevimli çıtırdayan bir soba görmedim hayatım boyunca… Karşı pencerenin altında bir divan, sağ tarafta bir çekyat. Hanımannemiz yatıyor o çekyatta. Artık hayli yaşlılar… 80 yaşında ve saçının tek teli gözükmeyecek şekilde nurdan bir başörtüsü altında, parıl parıl parlayan bir yüz... Gülerek ama ağlamaklı bir sesle karşılıyor: - Hoş geldiniz evladım…
Sola dönüyoruz… Has oda… İçeri giriyoruz. Çok ferah… Odanın iki duvarı pencerelerle dolu. Girişte hemen solda büyükçe masa. Habil amcanın terzilik günlerinden kalma. Sol dip tarafta oturdukları ve sohbet yaptıkları sedir. Karşıda iki klasik koltuk ve yanlarına dizilmiş günümüz sandalyeleri. Merak etmeyin nereye oturacağız diye… O gönül hepimize yetecek kadar büyük… Sağ dip tarafta bir kitaplık. Camlı… İçi yüzlerce yıllık Arabî, Farisi, Osmanlıca kitaplarla dolu. Nur fışkırıyor o kitaplardan… Hemen alıp koynunuza bastırasınız geliyor. Okuyamıyorum diye üzülüyorsunuz bir yandan da…
Siz oturuveriniz şöyle koltuklara... Yetmeyenler eski halının üzerinde yer beğensin kendine… İşte Habil amca, sedirinde oturmuş, bir ayağını kendine doğru çekmiş, öbürünün altına almış her zamanki gibi… Yaslanmış arkasına, dağ heybetiyle… Elinde tespihi, kalın siyah kenarlı gözlüklerinin ardından süzmeye başlıyor sizleri… Müsaadenizle, ben çay demleyeceğim her zamanki gibi… Onların ise kıpırdamaya başlıyor inci saçan dilleri:
— Sıkıntılı gördüm sizi… (Bize böyle hitap ederler ve arkasından ayet-el kürsi okurlardı. Üzerimize üflerlerdi… Belki bu yazıyı okuyanlar da şuan hissederler o tatlı nefesi, kim bilir… Devam ediyorlar…)
Ahhhh…
Derman arardım derdime, derdim bana derman imişBurhan sorardım aslıma, aslım bana burhan imiş (Sadi Şirazi 'kuddise sirruh)
Bir gün Bitlis'te biri tipiye tutulmuş… Öyle ki artık öleceğine kanaat getirmiş. Atını nereye süreceğini bilememiş. O anda – Ey devrin kutbu (en büyük velisi), ne olur imdadıma yetiş, diye feryat etmiş… Tam o anda, atının yularını tutan, heybetli, gür, siyah sakallı bir zat belirmiş karşısında. Atının başını bir yöne çevirmiş, - Bu tarafa git, bu tarafa git, deyip gözden kaybolmuş bir anda… At daha birkaç adım atmış, atmamış ki köyüne girmiş, kurtulmuş ölmekten…
Aradan 30 sene geçiyor. Bu adam bir ticaret için İstanbul'a geliyor. İkindi namazını kılmak maksadıyla Bayezid camisine giriyor. Bakıyor ki kürsüde ak saçlı, aksakallı bir ihtiyar sohbet ediyor. Onu dinlerken içinden diyor ki; 'Allah Allah… Ben bu zatı bir yerden tanıyacağım ama, nereden?…'
Sohbet bitiyor, namaz kılınıyor. Adam ayakkabılarını alıp tam kapıdan çıkarken o kürsüdeki sohbet eden zat-ı şerif yanına gelip kulağına fısıldıyor, - Bitlis'teki tipiyi mi hatırladınız…? Adam dehşetle daha dikkatli bakıyor yüzüne. – O sizdiniz deyip hıçkırıklara boğularak kapanıyor Seyyid Abdülhakîm Efendinin nurlu ellerine…
Efendi hazretleri böyle bir büyük idi evladım…
***

Efendinin hanımı müsaade isteyip Adapazarı'na kaplıca tedavisi görmeye gidiyor. 8 kür sürecek bir tedavidir. Oraya gider ki ertesi gün telgraf gelir Efendi hazretlerinden. —8.'ye kadar kalmayın. 2.'den sonra geri dönünüz' diye... Ancak annemizin çok hoşuna gidiyor kaplıca suyu ve 2.'den sonra da kalıyor... 4. küre geldikleri gün merdivenden düşüyorlar ve bir ayağı kırılıyor. Hemen anlıyor bu belanın niye başına geldiğini ve dönüşünde Efendi'ye – A efendi niye açıkça yazmadınız, diyor… Abdülhakîm Efendi – Ne yapayım hatun… O kadar belli etmeme müsaade vardı, buyuruyorlar…
***

Ömer de çayları getirdi… İçiniz… Çay sıcak içilir. Efendi hazretleri çayla yoğurt yemeyi severlerdi. Yoğurt masaya sıcak gelirdi. Sahanda yumurtayı da severlerdi ve yanında mutlaka yoğurt yerlerdi. – Yoğurt kızarmış yağın zehrini alır buyururlardı…
***

Efendi Baba bir gün bir talebesini evindeki kütüphanenin karşısına getiriyorlar. – Yavrum şu kitabı al, buyuruyorlar… Talebesi alıyor. Arabî bir kitap… — Şu sayfasını aç… Talebesi açıyor… — Oku şimdi… Talebe okumakta zorlanıyor. Çok yüksek belagatla yazılmış bir eser. Takıldığı yerlerde Efendi Baba – Şurası şöyle okunur, burası böyle okunur diye düzeltiyor. O sayfayı tam üç kere okutuyorlar. Talebe gayet seri ve doğru olarak okuyor en sonunda.
— Şimdi manasını dinle, diyerek bir güzel o sayfanın ama sadece o sayfanın manasını izah ediyorlar. Sonuçta talebesi o sayfayı tam anlamıyla seri okuyor ve manasını ezberliyor…
— Kapat kitabı yerine koy, buyuruyorlar…
Bu olayın üzerinden 30 sene geçiyor. Efendi hazretleri vefat etmişler. O talebe çoluk çocuğuyla birlikte büyük bir geçim sıkıntısına düşüyor. Bir kütüphane müdürlüğü için imtihan yapılacağı ilan ediliyor gazetelerde. Hanımı bu kimseye – Bir gidip imtihana girsen bey… Bir umut… diyor.O kimse – Hanım bu kadar mektep medrese okuyanlar varken ben onların arasında imtihanı mı kazanacağım? Herkes geçim sıkıntısında. Herkes böyle bir iş ister. Kim bilir kaç yüz kişi müracaat edecektir, karşılığını verir… Sonunda eşinin ısrarlarına dayanamaz biraz da onu üzmemek için gider imtihana…
Bakar ki büyük bir oda. İçi birçok ilim erbabıyla dolu, kalabalık. Onları görünce geri dönmek ister ama – Neyse gelmiş bulunduk bir kere, deyip kalır. İçeride bir imtihan odası vardır ve oraya tek tek alınır insanlar. İçeri umutlu ve heyecanlı girenler dışarı yıkılmış, yüzü asık çıkar… Sıra Efendi Baba'nın talebesine gelir ve çağrılır. Ağır adımlarla iç odaya girer…
İçeride bir masa, üzerinde açık bir kitap ve 4 kişilik imtihan heyeti vardır. Başlarındaki kişi – Şu sayfayı okuyun, der.
O talebe bir bakar ki, efendisinin 30 sene önce kütüphaneden eline tutuşturduğu kitap... İmtihan heyetinin okuyun dediği sayfa da efendisinin 30 sene önce okuttuğu sayfa… Bir güzel okumaya başlar, O Allah dostunun ezberlettiği gibi... 4 kişinin şaşkın bakışları bu talebenin üzerinde… Seri bir şekilde okur bitirir… İmtihan heyetinin başkanı – Peki bir de tercüme edin, der… O zat aynı efendisinin izah ettiği gibi sayfayı tercüme eder… Heyet şaşkın haldedir ve başkanları şunu söyler: - Kardeşim sen nerede tedrisat gördün? O kadar yüksek tahsilli gelen oldu buraya. Bu sayfanın bırak manasını açıklamayı okuyamadılar bile. Git, imtihanı sen kazandın ve yeni müdür sen oldun…
Dönüş yolunda hıçkırıklara boğulur o mümtaz talebe. Hem ağlar hem de, - Ah efendim. 30 sene sonra talebenizi darlıktan kurtardınız diye diye müjdeyi ailesine vermeye gider…

0 Yorum:

Yorum Gönder

 

2009 ·Vefâ Arşivi by TNB