Şiir

Şiir
Ben Osmanlıyım

Okudum Not Aldım

Okudum Not Aldım
Hayatta İki Şey

Türkçe... (Mi?)

Türkçe... (Mi?)
Tehlike...

Okudum Not Aldım

Okudum Not Aldım
Ne Çıkar Ateşböceği Sansalar Bizi…

Bitleri besleme dersi!

26 Nisan 2010 Pazartesi


Bizim oğlanın ara sıra içinden gelir. Sarılır, öper beni. Kedi gibi sokulur, hoşlanır başının okşanmasından… Çocuk işte.
Geçen yine doladı kollarını boynuma, kucaklaştık onunla. Yalnız bu kez, tez çevirdi yüzünü. “Anne be!” dedi, “Acı acı kokuyorsun.”
Sordum: “Nasıl yani?”
- Ne biliyim… Sanki tava gibi.
Eh! Çocuk haklı, sabahın köründe patates kızartırsanız olacağı bu işte. Kızgın yağın kokusu bırakın saçınıza, tülbendinize… Siniyor elbisenize bile.
Bakın bu hassasiyet benden intikal etmiş olmalı ona. Hayatımda sarımsak, soğan yemediğim gibi, çevremdekilere de yedirmem. Hatta pastırma, sucuk ve lahmacun bile rahatsız eder beni.
Sabun, sprey, şampuan, koku giderici tabletler, kolonya, deterjan ve yumuşatıcılara ödediğim meblağlar neredeyse mutfak masrafıma yaklaşır. Ancak bu mevzuda ne kadar titiz olursanız olun, ocak başına geçtiğiniz müddetçe kurtuluşunuz yoktur yağ kokusundan.
Diyeceksiniz ki sabahın kör vakti işin neydi kızartmayla. Hah işte oraya gelebilmek için çiğniyorum ya bu sakızları. Bakmayın lafı dolaştırdığıma.
Evet, yüz binlerce annenin çilesi bu. Anladınız sanırım mevzûmuz “Beslenme dersi ilkelliği!”
Önce uygulamakla yükümlü olduğumuz, değiştirilemez, değiştirilmesi teklif bile edilemez listeyi arz edeyim sizlere:
Pazartesi: Hamur işi
Salı: Haşlama patates ve yumurta.
Çarşamba: Köfte
Perşembe: Patates kızartma.
Cuma: Hamur işi
Pazartesi ve Cuma için ekstradan direktiflere tabiyiz. Topyekûn sigara ya da kol böreği yapma mecburiyeti gibi. Ha unutmadan söyleyeyim bunların yanında gününe göre ayran, süt ve meyve suyu hazırlamak durumundayız. Ayrıca dilimlenmiş elma ve portakal da.
Bazı hanımlar çabuk gaza geliyor ve manasız bir yarışa kalkışıyorlar. “Benim çocuğumun sofrası diğerlerini döver (!)” mantığı taraftar buluyor ciddi ciddi. Kolları sıvayıp döktürüyorlar. Mübalağa etmiyorum sabahın köründe üç çeşit hamur işi hazırlayanların sayısı az değil.
Bizim efendi “Takma kadın kafana” demişti bir zamanlar. Ona uymuş patates kızartması günü hazır cips, hamur işi günü açma ve poğaça katıvermiştim yanına. Meğer öyle değilmiş kazın ayağı. Öğretmen hanım elâlemin önünde haşlayıp, rezil etti beni. Fedakarlık seminerleri verdi. Annelik öğrendik bu yaştan sonra. Hemen oracıkta belletiverdi mesuliyetimi, tek derste mezun etti şipşak… Sağ olsun!... İyi de, çocuğun beslenme notunu niye kırdı anlayamadım?
Bakın bir beslenme saati nasıl geçiyor?
Muallim hanımlar çekiliyorlar öğretmenler odasına, mana ve önemi tartışılacak bir mevzu bulup başlıyorlar vatanı kurtarmaya. Çaylar gidip, kahveler geliyor, yakıyorlar çubukları, veriyorlar dumanın gözüne. Bu arada “Beslenme kolu” olarak tespit edilen haylazlar büyük bir vazife şuuru (!) ile dikiliyorlar diğerlerinin tepesine, “Yiyin ulan” yollu ikazlarla yiyorlar başlarının etini. Akılları sıra göz açtırmıyorlar arkadaşlarına. Ya da açtırmadıklarını sanıyorlar.
Bir kere yumurta günü oluşan ağır kokudan içleri kalkıyor çocukların. İçlerinden biri ezkaza öğürmeyiversin, cümlesi koşup boca ediyorlar nevalelerini sepete. Bazen lavaboya yetişemiyor yavrucağın teki, kusuveriyor orta yere. Yediği zılgıt bir yana, köpüklenen ifrazattan yükselen ekşi koku hepten mahcup ediyor zavallıyı.
Okul çöplüğünden yedi mahallenin köpekleri sebepleniyor. Gün boyu kimyonlu köfteleri ve kıymalı börekleri yuvarlıyorlar peş peşe.
Böylesine yağlı gıdaların yendiği mektepte sular akmıyor maalesef. Helalar diz boyu şey!
Ve biz anneler, 20. asrın son çeyreğinde çağdaş olduğu iddia edilen bir ülkede neyle uğraşıyoruz biliyor musunuz: “BİT” ile.
Bir keresinde bizim çocukta yakalandı. Eczacı hanımdan utana sıkıla ilaç istedim. Üstünde bile durmadı. Alışkın hatta bıkkın bir ifadeyle “Buyur” dedi, bir şişe uzattı dağ iriliğinde yığından. Meğer leblebi çekirdek gibi satılıyormuş intektisit şampuanlar. Hatta Okul Aile Birliği ücretsiz dağıtıyormuş fakir çocuklara. İşin enteresan yanı biti olanı da onunla yıkanıyormuş, olmayıp vesvese edeni de. Hani ne olur, ne olmaz hesabı.
Usulüne uygun kullanmak için tarifnameyi okudum inceden inceye. Özellikle kontrendikasyonlarını. Meğer bu madde suda çözünmediği gibi cilt yoluyla emilerek santral sinir sisteminde zehirlenmeye sebep olabilirmiş. Sonra hamile ve emzikliler kullanamazlarmış mesela. Eğer çocuğunuzun kafasında çizik, kesik ve yanık varsa vay gelirmiş başınıza. Saçı kurtaralım derken, zedelermişsiniz beyni. Firmanın, anneleri mutlaka kauçuk eldiven giymeye davet ettiğine bakılırsa, yan tesirleri ciddiye alınmayacak gibi değil… Riskin böylesi… Ne bileyim.
Bitin oluşmaması için lüzumlu temizlik şartlarını rafa kaldıranlar, nesli mahvedebilecek ilaçlara Pazar açıyorlar. Buyurun buradan yakın.
Beslenme saatine fazla taktığımdan mıdır bilemeyeceğim, bu günlerde çocuklar hantal ve hımbıl görünmeye başladılar gözüme. Nikris illetine uğramış kocamışlar gibi soluya soluya yürüyor, mendille siliyorlar enselerinden boşalan terleri. Benzetmesi hoş değil ama, biz anneler bidon gibi şişirdik onları. Bu sene, daha bir gün olsun beden eğitimi dersi yapılmadı okulda. Hoş olmadığı daha iyi, öğretmenlerin beden eğitiminden anladığı tek şey; çocuklara tozlu bodrum katlarında merasim yürüyüşü yaptırmak. Eller yanda, göğüsler ileride, başlar dik. İleriiii marş!... Kıt…..a dur!
Dünyanın hiçbir yerinde okul çocuklarına tektip elbise giydirilmez. Al seven al giyer, mor seven mor. İsteyen etek, dileyen pantol. Çocuğun giyim zevki, estetik duygusu ve renk seçimi geliştirilmeye çalışılır. Dolayısı ile kişiliği!
Sonra şu kitaplar fıtık edecek çocukları. Normal ders kitapları neyse ne de, o yardımcılar yok mu gavur ölüsü gibi. Her biri 400-500 sayfa. Yerinden kalkası değil. Küme çalışması olduğu gün masasının üstünü kitap kuleleriyle donatıp, alakalı alakasız ansiklopedilerle bezeyenler “Aferinin okkalısını” alıyorlarmış. Eh çocuk bu ya, istifade ettiğini de taşıyor, etmediğini de. Utanmasa semer aldıracak kendine.
Yine sabah antlarına ısınamadım bir türlü. Müdür beyin keyfini bekleyen çocuklar titreşiyorlar seherin serininde. Ayazdan kıpkırmızı kesiliyor kulakları. Böylesi uygulamalar bir tek Kuzey Kore’de kaldı günümüzde. Arnavutluk, Kızıl Çin, ve Küba’dan bile kalktı. Bence bu andı okutanların ne kadar doğru ve çalışkan oldukları tartışılmalı öncelikle. Küçüklerini ezip, büyüklerini işi bitinceye kadar sayanları iyi biliyoruz biz. Türklüğe gelince, öncelikle dış işlerindeki monşerlerimizin ihtiyacı var o şuura. Benim çocuğum zaten mehterle büyüyor, “Şeyh Şamil” diye cevap veriyor, “Ne olacaksın bakıyım?” sorusuna.
Sıkış tepiş tıkıştırıldıkları sınıflarda biri hasta olmayıversin… Kucak kucağa oturup, birbirlerinin ağızlarının içine hapşırdıklarından olsa gerek, sari hastalıklara sıkça tutuluyorlar. Grip virüsü ikram ediyorlar, kabakulak lütfedene.
O ki bu gün açtım içimi, döküp rahatlayayım bari. Milli Eğitim Vakfı’nı güçlendirme vakfının piyangosuna ve okul balosuna katılmamak mangal gibi yürek ister bu sistemde. Sonra zekât ve fıtra zarflarına hayır diyebilmek ne mümkün. Bakın bu THK her ne kadar “Yurt savunmasında çelik kanatlı kartallar”dan bahsediyorsa da, onun sosyete veletlerine planör zevki tattırmaktan başka hiçbir hayrı olmadığını iyi biliyoruz. Bu kuruluşun vatanın neresini, kime karşı ve ne zaman koruduğunu merak ediyorum doğrusu.
Meğer THK’nı bazı saflar Türk Hava Kuvvetleri sanıyorlarmış ki onun yeri elbette apayrı gözümüzde.
Bunları yazmama rağmen, beyimden habersiz para koydum zarfa. Annelik işte. “Sıkıştırmasınlar” dedim çocuğumu.
Def-i bela kabilinden… Kerhen!

Annemden İşittiklerim - Rabia Akyüz
Türkiye Gazetesi Hanımeli Eki
6 Mart 1994 Pazar

0 Yorum:

Yorum Gönder

 

2009 ·Vefâ Arşivi by TNB