Şiir

Şiir
Ben Osmanlıyım

Okudum Not Aldım

Okudum Not Aldım
Hayatta İki Şey

Türkçe... (Mi?)

Türkçe... (Mi?)
Tehlike...

Okudum Not Aldım

Okudum Not Aldım
Ne Çıkar Ateşböceği Sansalar Bizi…

Nerde o eski bayramlar

26 Nisan 2010 Pazartesi


Adettendir. Yaşlıları bulup konuşturur televizyonlar. Eski bayramları dinlemek isterler ihtiyarlardan.
Nedense cevaplar hep “atlıkarınca ekseninde” döner. Lafı dolaştırıp dolaştırıp direkler arasına getirirler. Efendim faytonlar, maytaplar, dönme dolaplar, kantocular… Sonra def, dümbelek, zil, elmalı şeker, macun, koz helva…
***
Arefe günü bir şeyler yapalım demiştik. Revani filan. Hoş baklava açacak değiliz ya. Telâşe arasında Elif aynı soruyu sordu ninesine.
Annem kısa bir “neresinden başlasam” tereddüdünün akabinden girdi söze:
- Bayram telaşesi bir hafta evvelinden sarardı bizi. Tel fırçalarla ova ova ağartırdık ahşapları. Perdeleri yıkar, halıları çırpardık. Babam kapıyı çalabilecekler için bakır kuruşları ve akide şekerlerini tedariklerdi. Postacının, çöpçünün, sütçünün ve davulcunun bahşişlerini ayırırdı bir kenara. Bize hakkı geçenlerle helalleşmek için fırsat bilirdi mübarek günü.
- Bayramlık alır mıydı sizlere?
- Bak o zamanlar böylesine bol ve çeşitli giyinemezdik. Ancak fevkalade günler için kenarda bir şeylerimiz dururdu yine de.
- Fevkalade günler?
- Kandiller, ziyafetler, ziyaretler, bayramlar…
- Anlıyorum.
- Bayram sabahı tekbir sesleri ile uyanırdım. Sabahın seherinde camilere akardı kalabalıklar. Babamın mescidden dönmesini beklerdik hasretle. Neşeli bir kahvaltının ardından düşerdik yollara.
- Nereye?
- Önce mezarlığa. Babam dirilerden ziyade ölülerle anlaşırdı. Bazı kabirlerle dostluk peydahlamıştı. Mezar taşlarını boynu bükük gariplere benzetirdi, hani bir Fatiha için yalvaran. Halleşip, dertleşirdi onlarla. Bazı kabirlerin ise yanından düğme ilikleyerek geçer, şefaat için yalvarırdı içli içli. “Bir gün biz de unutulacağız” derdi kahırlanarak. Ben üstüme alır, alınırdım. Rahmetli gülerdi sadece… M eğer haklıymış!
- Sonra?
- Kabir ziyaretinin ardından kapısı çalınmayanları dolaşırdı.
- Nasıl yani?
- Bir Abdullah efendisi vardı mesela. Cennetmekân Abdülhamid Han’ın kâtibi imiş zamanında. Beylerbeyi’nin ara sokaklarında kendisi gibi bükük belli bir viranede otururdu. Öylesine rüzgârlarla dahi tahtaları gıcırdar, olukları tıngırdardı evin. Ahşapları çürümüştü iyiden iyiye. Babam asker gibi dururdu onun yanında. Abdullah efendinin okuduklarını vecd ile dinler, saat sarkacı gibi sallanırdı ileri geri. Okunanın Mektûbât ve Reşahat, mevzunun Silsile-i Aliyye olduğunu biliyordum bilmesine de, dikkatimi teksif edemiyordum anlatılanlara. Duvarda asılı kılıcın sedef kabzası daha ziyade ilgilendiriyordu beni. Çocukluk işte. O sohbetlerde ne hazineler gizliymiş meğer. Sonra bir Halime teyzesi vardı annemin. Çocukları hayırsız çıkmıştı. Kapısını çalmıyorlardı kadının. Fakir değildi belki, ama yalnızdı. Buna rağmen şikâyet etmezdi halinden. Tam bir Osmanlı hanımefendisiydi o. Onu ve evini çok severdik. Zira koşup, oynamak serbestti bu çatı altında. Annem ne zaman kaşı gözüyle bize uslu olmamızı ihtar etse, o erken davranır “Sakın ha!” derdi. “Bırak çocukları, bozma neşelerini. Ben o çığlıklara hasretim. Koyver şenlensin evim”
- Ne kadınmış ama.
- Çıkarken paketler tutuştururdu ellerimize. Mendil, çorap, esans filan olurdu içlerinde. Yetmez, avucumuza para sıkıştırır. Keçiboynuzu, iğde, çifte kavrulmuş lokum, nohut ve pestil cabası.
- Bak seen.
- Eyyüb Sultanı ziyaretten sonra Balat’a uğrardık.
- Bir garib de orada var anlaşılan.
- Hem ne garip. Rumların çoğunlukta olduğu dar ve kasvetli bir sokakta merdivenle yerin dibine inilen mahzen bozması bir izbede oturuyordu Hatice.
- Hatice teyze!
- Yoo sadece Hatice. O benim yaşımdaydı. Belki bir yaş büyük. Annesini son kardeşini dünyaya getirirken kaybetmişti. Biri kundakta üç yavru ile uğraşıyordu zavallım. Onun yanında bebek gibi hissediyordum kendimi.
- Niye?
- O öylesine olgundu ki.
- Üç çocuğun mesuliyeti kolay değil elbet.
- Doğru bu yük olanca ağırlığı ile çökmüştü omuzlarına. Yaşlı kadınlar gibi sabr ediyordu küçüklerine. Saçını çeken mi ararsın, eteğine yapışan mı? Becerikliydi de hani. Birine gaz ocağında mama ısıtırken, öbürüne kemirsin diye havuç soyduğunu hatırlarım. Bir gün oyuncak bebeklerimden bahsetme hatasında bulunmuştum ona. Omzunu silkip gülmüş ve “Ben oyuncağı n’apayım” demişti ayağında salladığını doğrultup basarken bağrına. Yerin dibine girmiştim utancımdan.
- Dedemin hayrı olmuyor muydu onlara?
- Olmaz mı, babam bize göstermediği şefkati gösterirdi zavallılara. Saçlarını okşardı tek tek.
- Anneleri öldü demiştin, ya babaları?
- İş bulduğu gün çalışan, hayata küsmüş biriydi, safçaydı azıcık. Yaşlıydı da. Yani, kelimenin tam mânâsı ile muhtaçtılar. Onlara en makbul hediye neydi biliyor musunuz?
- Valla ne desem?
- Patates ile soğan.
- Yazık.
- Hatice iyi baktı bakmasına, ancak güneş görmeyen rutubetli in kuruttu yavrucağı ve öldü bebek. Kızcağız üstüne alındı suçu, dert sahibi oldu, yedi bitirdi kendini… Babam onu çok sever, “Ah şuna göre bir oğlum olsa” derdi “Kaçırır mıyım hiç”. Hakikaten isteyenleri çok oldu, ancak kardeşlerini terk etmemek için tereddütsüz “hayır” dedi tekliflere. Yıllar geçti aradan. Çocuklar okumadılar. Gelgelelim sanatkâr oldular ve iyi de para kazandılar. Ancak hiç biri almadı Hatice’yi yanına. O izbede can verdi çilelim.
- Ne etti, ne buldu desene.
- Mükâfatı öbür tarafta almak daha kârlı. Dünya bu. Bin sene de olsa sonlu nihayet.
- Bayramlarda böylelerini arayıp bulmalı değil mi ya.
- Muhakkak.
- Saraybosna’da kim bilir ne kadar buruk kutlanır bu bayram.
- Sadece Saraybosna’da mı? Filistin’de, Azerbaycan’da, Cezayir’de, Filipinler’de…
- Müslümanlar garip be! Yine dertli konuştun nine. Kararttın içimizi.
- Dur bir müjde vereyim, için açılsın bari. Takvim kenarında okumuştum.
- Dinliyorum.
- Ramazanın kendisi bayrammış anlayana. Allahü teâlâ her ibadetin ecrini bildirdiği halde orucunkini belirtmemiş.
- Neden acaba?
- Günahlarımızı dengelesin diye. Hesap günü ne kadar ihtiyacımız varsa o kadar verecek, oruçlarımızı vesile yapacakmış kurtuluşumuza.
- Bütçedeki açık gibi desene. Demek ki oruçlarımız yama olacak torbamıza.
- İnşaallah! Hakiki bayram o işte. Hüsn-i Hâtime.
- Yani!
- Hâlbuki bilmen lazımdı. Hüsn, güzel demektir, hâtime de hitamdan gelir.
- Anladım: Güzel son.
- Oldu diyelim hadi. Hoş “hayırlı akıbet” demeni bekleyemezdim sizin nesilden.

Annemden İşittiklerim - Rabia Akyüz
Türkiye Gazetesi Hanımeli Eki
13 Mart 1994 Pazar

0 Yorum:

Yorum Gönder

 

2009 ·Vefâ Arşivi by TNB