Şiir

Şiir
Ben Osmanlıyım

Okudum Not Aldım

Okudum Not Aldım
Hayatta İki Şey

Türkçe... (Mi?)

Türkçe... (Mi?)
Tehlike...

Okudum Not Aldım

Okudum Not Aldım
Ne Çıkar Ateşböceği Sansalar Bizi…

Sarıyer’de iki Kuveytli

27 Nisan 2010 Salı

Hatırlayacaksınız birkaç yıl evvel bir Arab furyasıdır sarmıştı Sarıyer’i. Ücretler yüz güldürünce halk oturduğu evi kiraya vermiş, kendisi sığınmıştı bir yerlere.
İşte o curcunalı günlerde komisyoncular adeta ablukaya almışlar yengemi. Önceleri “Asla!” deyip tavır koymuş, ancak yalelli sadaları sokağı sarınca “acabalar” uçuşmaya başlamış kafasında. Bir kere konu komşu kalmamış ortalıkta. Sümeyye ip atlıyor, Zeyd ile Faysal saklambaç oynuyormuş. Bakkala yollayacak bildik çocuk bulamıyormuş garibim.
Bize gelip istişare ettiğinde “Fena mı olur yani” demiştik, “Hem üç beş kuruş para görür elin, hem de misafirimiz olursun sevindirirsin çocukları”
Bükmüş boynunu, “Peki madem” demiş, eklemişti: “Yalnız ara sıra gidip evime göz kulak olacaksınız! Tamam mı?”
***
Hızla giriştik işe. Dantelleri, fincanları, sarkaçlı saati kısacası antika eşyaları çekiverdik sandık odasına, kilitleyiverdik üstünü. Ortalıkta döşek, yatak, dolap, tabak, tava, bardak cinsinden lüzumlu parçaları bıraktık sadece.
Komisyoncu çok bekletmedi bizi. Sanırım hemen ertesi gün aradı ve Faruk efendi gidip teslim etti evi.
Dönüşünde önünü kesip sorularla bunalttık onu. Ancak rahattı. Faydalı bir iş yapmış insanların huzuru ile “Bundan iyisi can sağlığı” demişti, “Koyverin otursunlar, gönüllerince” kenara çekip sıkıştırdım:
- Yani bir görüşte verdin di mi notunu. Şıppadanak.
- Sen benim adam sarrafı olduğumu bilmiyor musun?
- Enkaz bırakıp kaçarlarsa yerim bak başının etini. Bilmiş ol!
- Asla! Ben insanı gözünden tanırım. Bugüne kadar bir kere yanıldım, o da seni alırken.
- Şakanın sırası değil. Yengemin nasıl titiz olduğunu bilirsin. Eve bir şey olursa nüzül iner maazallah.
- Tamam be gülüm, “siz bana bırakın” dedim ya.
- Göreceğiz bakalım.
- Göreceksiniz.
Beni çok heyecanlandırdı bu iş. Bir gün “Merak ettim şunları” dedim, “Yemeğe çağırsak yakışır mı acaba?”
Annem destek verdi. “Neden yakışmasın. Hem, taaa dünyanın öte ucundan gelmişler, lokmamız nasip olsun.”
Davet işi yine bizim efendiye düştü. İyi karşılamışlar onu. Nezaketine teşekkür etmişler. Hatta balkonda kahve ikram edip sohbeti koyultmuşlar. Müstehzi bir ifadeyle takıldım: “Sorması ayıp ama, nece konuştunuz?”
- Canım tabii ki Arabça.
- Sen Arabcadan ne anlarsın ayol.
- Aaaa… Ayıp ettin ama.
- Konuş bakalım.
- Hangi mevzuda.
- Canım uydur bir şeyler. Çarşıya çıktım, gazete aldım, yemek yedim, namaz kılmak için mescid aradım filan de.
- Pekâlâ… Harecel beyti, çevirdim bir seyyare, sonracığıma ay teyk a nivspeypır.
- İngilizce olmadı mı biraz?
- Ene aldı ceride, el takib-ul havadis-i malumat, yani yarı resmi el ahram.. E badehu ay em hangri veddahale kebbabçı. Türkiş taam leziz-ül latif mâlum. Ene hubb-u İbn-i Hacıbozan. Malumat aliyyül ala ve kalite-i muazzam. Ancak mafi bende çok fulus. Sonracığıma bir de baktım zaman daralmış, etrafta cami yok.
- Türkçe yok demiştik.
- Eyvah! Vakit mahdut, abdest mevcut, lâkin mescid meçhul.
- Aşkolsun valla.
- Şükran kesiran. Arab - Türk kardeş, ihvanüddin yani. İş, iş iştigal, dalmış gidiyoruz. Eddünya ciyfe. Rabbim mağfiret. İnşaallah… Hüsn-ü hatime cümlemize. Elhamdülillah muhabbet kuveys… Halas!
- Bunların çoğu Türkçe ayol. Demek ki bir nesil evvelkiler fevkalade anlaşabilirlermiş desene.
- Ki bunlara el kol hareketlerimi ve mimiklerimi de ilave ettiğimi düşün. Mafi müşgül.
- Tamam inanıyorum sana. Tarzancanı bilirim.
***
O gün fahri turizm elçileri kesildik. Türk mutfağını tanıtmak gibi bir gayretin içine girdik. Sarmalar, dolmalar, börekler hazırladık, turşu çıkardık, helva kavurduk. Sonra hocanımın büyük kızını, Kübra’yı çağırdık ki onun Arabcası gerçekten mükemmeldir.
Neyse uzatmayayım.. Bizim bey gidip getirdi misafirleri. Erkekler çekildiler odalarına. Biz kadıncağızı buyur ettik. Kara kaşlı, kara gözlü sade fakat güzel bir hanımdı. Mütesettirdi. Yaşları 2 ila 5 arasında değişen üç çocuğu vardı. Yaser, Cafer ve Aişe. Kıvırcık saçlı ve sürmeli, badem gözlüydüler. Şeker şeylerdiler. Bizim Mustafa içinden geldiği gibi konuşmuş ve sütlü çikolataya benzetmişti onları. Gözümüzü dikmiş bakıyorduk Kübra’ya. Hani “Ne duruyorsun, konuştur şunları” gibilerden.
Kadıncağız önceleri tutuktu. Daha doğrusu konuşup konuşmamakta mütereddit. Ancak açıldı zamanla ve takibi güç bir süratle dizdi cümleleri. Makineli tüfek gibi peş peşe.
İstanbul bir hayal şehriymiş onlar için. Kutsal bir beldeymiş adeta. Güya Osmanlı’yı soluyacaklarmış bu iklimde. Türklerden çok şey bekliyorlarmış. Biz uyanışın, silkinişin öncüleri olacak ve katacakmışız onları peşimize. Batıya endeksli şeyhler ve emirlerle bir yere varılamayacağını biliyorlarmış zaten. Ancak bu seyahat tam bir sükûtu hayal olmuş. Aradıklarını bulamamışlar. Fena bozulmuş moralleri. “Halid bin Zeyd’in komşuları böyle olmamalıydı” demişler kahırlanarak.
Yutkunup durduk. “Haksızsın!” diyemedik. Hoş İstanbul, Boğaz, Beyoğlu ve Laleli’den ibaret değil amma. Şimdi nasıl anlatırsınız bunu.
Annemin gönlü böylesi meclislerin boşa dağılmasına razı olmaz. Neticede misafire bir Tebareke okuttu, benim kızla Kübra’ya ise Yasin-i Şerif. Kadıncağız hayran oldu bizimkilerin tilavetlerine. Memnuniyetini dile getirecek kelime bulamadı. Bu kadarını beklemiyormuş anlaşılan.
***
Çok kalmadılar. Takriben 15 gün sonra ayrıldılar İstanbul’dan. Hemen ertesi gün komisyoncu buldu bizi. Yengemin avucuna hatırı sayılır miktarda dolar bırakırken ekledi: “Bir aile daha var. Uygun görürseniz eğer…”
Kadıncağız düşünemedi bile. “Evet” deyiverdi alelacele. Ancak birkaç gün sonra, sanırım bir kurt düştü içine. “Faruğa söyleyiverin de bir baksın n’olur” demeye başladı. Bizimkine danışmadan verdiğine pişmandı sanki evi.
Efendi kırmadı. İşinin çokluğuna rağmen uzandı Sarıyer’e. O akşam geç geldi. Beni mutfağa çekti. Suratından düşen bin parçaydı. “Az tamah, çok ziyan” diye girdi söze. Sordum:
- Hayrola?
- Ev perişan. Bir curcuna kopuyor ki sormayın.
- Nasıl yani?
- Kadın, erkek karmakarışık. Çocuklar alt alta, üst üste.
- Deme.
- Nereden buldunuz o özenti tipleri. Çarşafını sıyıran blucin giymiş. Dudaklar stop lambası gibi. Cart kırmızı rujlar yanıp sönüyor suratlarının ortasında. Allar, pullar, morlar.
- Amaaan ne halleri varsa görsünler. Evi kırıp dökmesinler de.
- Haa oraya geleyim. Salonun ortasına mangal kurmuş balık pişiriyor, yatağın üstünde karpuz kesiyorlar.
- Altında tepsi filan?
- Ne gezeeeer. Çocukların bir elleri çikolatada bir elleri perdelerde. Heladan çıktıkları terliklerle yürüyorlar halıların üstünde. Yerler kültablası.
- Duymasın, yüreğine iner yengemin.
- Görse daha mı iyi?
- Aman belli etme n’olur. Gidip bir ara paklarız çaktırmadan.
- Herifler hallerinden de memnun değiller ha. Efendim güneş enerjili ısıtma sistemi ve kliması neden yokmuş bu evin. Sonra garajı olsa iyiymiş. İlkelmişiz, iptidai imişiz. Böyle olacağını bilseler gelmezlermiş.
- Sanki davet ettik onları.
- Bakkalda Hindistancevizli peynir bile bulamamışlar. Halbuki Kuveyt’te yüz çeşit peynir olurmuş marketlerde. Belçika, Danimarka, Hollanda, onlara çalışırmış.
- Zehir yiyesiciler.
- Sus kadın. Günaha girme.
-Tövbe, tövbe.
***
Yengeme belli etmedik vaziyeti. Çıktıklarını haber alınca gizlice uzandık Sarıyer’e. Ev beklediğimden berbattı. Yarısı ısırılmış gofretler, çürümüş meyveler, sağa sola atılmış kuru yemişler, ezilmiş bisküiler, çok azı kullanılmış parfümler, kremler, after shaveler. Dolu dolu şampuanlar ve kirlendiği için atılıvermiş çamaşırlar. Mecmualar, poşetler, kutular…
Akşama kadar zor pakladık evi. Bir el arabası çöp attık. Eh sonra ilk işimiz bir badanacı sormak oldu tabii.
Annem “Demek ki” dedi, “Fertlere bakıp, hüküm vermek yanlış milletler hakkında. Ne hepsi mükemmel, ne de hepsi mikrop!” Sonra açtı ellerini fısıldadı: “Rabbim fırsat versin iyilere!”

Annemden İşittiklerim - Rabia Akyüz
Türkiye Gazetesi Hanımeli Eki
27 Mart 1994 Pazar

0 Yorum:

Yorum Gönder

 

2009 ·Vefâ Arşivi by TNB