Şiir

Şiir
Ben Osmanlıyım

Okudum Not Aldım

Okudum Not Aldım
Hayatta İki Şey

Türkçe... (Mi?)

Türkçe... (Mi?)
Tehlike...

Okudum Not Aldım

Okudum Not Aldım
Ne Çıkar Ateşböceği Sansalar Bizi…

"Koşmak İstemiyorum"

23 Şubat 2010 Salı

KKTC'nin ilk özel televizyonu Kanal T'de, Mesut Günsev'in hazırlayıp sunduğu Pazartesi Öyküleri programında Muammer Erkul'un "KOŞMAK İSTEMİYORUM" yazısını okuduğu video... Bu kadar mı hoş yazılır, bu kadar mı güzel ikaz edilir.. "İkaz" bütün mânâlarını ihtiva ediyor burada... "Dikkatini çekme, gözünü açma, hatırlatma, ihtar etme, işaret etme, tembih, uyandırma,...

Ömür boyu öğrenme

12 Şubat 2010 Cuma

Okullar olmasaydı, neyimiz eksik kalırdı, emin değilim. Okulsuz olmuyor, ama okullar da yetmiyor ki, kurslara; kurslarla girilen üniversitelere; o da yetmiyor, yüksek lisanslara hücum ediliyor, bu uğurda milyarlar harcanıyor. Acaba yerini buluyor mu? Okulların durumu bir yana, bir de “hayat okulu” var. Bir diplomanın ömrü en fazla üç-beş sene. Devamını getirmeyen...

Fetih Marşı

12 Şubat 2010 Cuma

Yelkenler biçilecek, yelkenler dikilecek; Dağlardan çektiriler, kalyonlar çekilecek; Kerpetenlerle sûrun dişleri sökülecek! Yürü: hâlâ ne diye oyunda, oynaştasın? Fâtih’in İstanbul’u fethettiği yaştasın! Sen de geçebilirsin yardan, anadan, serden.. Senin de destanını okuyalım ezberden… Haberin yok gibidir taşıdığın değerden... Elde sensin, dilde sen; gönüldesin...

Yürüyelim Seninle İstanbul'da

12 Şubat 2010 Cuma

Kırmızıyı sevdiğini bilseydim hayâllerim kıpkırmızı olurdu İstanbul hâlâ güneşin ardında ufuklarında birkaç kara leke birkaç kan pıhtısı dudaklarında İstanbul hâlâ sevimli mi sevimli ve hâlâ bir tomurcuk tadında yürüyelim seninle İstanbul'da korkusuz bir rüyâdır bekler bizi Beykoz'da, Üsküdar'da birkaç kuğu, birkaç mahzun kuştüyü yenilgisiz bir muammâ gibidir...

Bardağı yere bırakın!

12 Şubat 2010 Cuma

Profesör elinde içi dolu bir bardak tutarak dersine başladı. Herkesin göreceği bir şekilde tutuyordu ve ardından sordu : "Bu bardağın ağırlığı sizce ne kadardır?" '50gm!' .... '100gm!' .....'125gm' ..diye öğrenciler cevapladı. "Bardağı tartmadıkça gerçekten ben de bilemem," dedi profösör, "ama, benim sorum şu ki: "Bu bardağı böyle birkaç dakikalığına tutsaydım...

AŞK BELKİ...

10 Şubat 2010 Çarşamba

Her baktığımda, ilk defa görüyormuşum gibi... Ama; kendimden bile önce tanıdığım... Her saniye yeniden doğmak gibi... Ama, asırlardır süren... Kışa dönmeyen sonbahar; derin, duygulu... Yaza dönmeyen ilkbahar; serin, coşkulu... *** Ilık avuçlarında, kar taneleri... Güneş sıcağı, gözleri... Ve sözleri... Ve sesi... *** Böyle olmalı aşkın tarifi... Ki, tarif edilememeli......

Zaman hep geç öğretir!

10 Şubat 2010 Çarşamba

Sabır öğretilen bir şey midir? Veya acıya dayanmak... Olgunluk için bir müfredat veya hızlandırılmış kurs düşünülebilir mi? Veya aşkın dersi olur mu? *** “Eğitim şart!” Şart da... Geçen zamanın getirdiklerini, getirmemiş gibi yaşamak eğitimle mümkün olabilir mi? Yani... Elli yaşındaki bir adama... Yirmilik delikanlı gibi düşünmeyi öğretebilir misiniz? *** Hayatın sonunu hissediş derecesi, sadece adımlara yansımaz... Bakışlara yansır......

Yavaş yavaş

10 Şubat 2010 Çarşamba

“Kurbağayı kaynar suya atmaya kalktığınızda sıçrayıp kendisini dışarı atar ve hayatını kurtarırmış kurbağacık; ama normal ısıda bir suya atıp suyu yavaş yavaş ısıtırsanız o da suya yavaş yavaş uyum sağladığı için kasları gevşermiş ve farkına bile varmadan haşlanarak ölürmüş...” Feyza Hepçilingirler Türkçe’nin ne hale geldiğini anlattığı kitabına bu öyküyle başlıyor. *** Bizim ne hale geldiğimizle ilgili her konuya uyuyor aslında kurbağanın...

Yaşama telaşı

10 Şubat 2010 Çarşamba

Şehrin üstüne karanlık çöktüğünde, beynimizin içindeki yorucu gürültü de dağılır ve daha sakin, daha duru gerçek bir aydınlığa kavuşuruz... Gündüzün aydınlığı ve curcunası gönlümüzün “has oda”sını örter... Gecenin karanlığında ise orada kandiller yanar... * * * Gündüz beynimizin için darmadağınık bir mekan... Gece de, gündelikçi kadın... Gece bizimdir... Bizim içindir... * * * Gündüz yaşadığımızı zannettiğimiz hayat, gece olunca başka iklimlerin...

Yarım kalan şiir

10 Şubat 2010 Çarşamba

Ordayken... Benim aşkıma alışıktın İstanbul... Her taşını hayranlıkla okşayan bakışlarımı fark etmiyordun bile... Söylediklerimi duymuyordun... Yandığımı görmüyordun... Sayende İstanbul... Ben: Mahallenin delisi... *** Öfkelendim, Kasımpaşa oldum... Coştum, Boğaz’dım... İçime döndüm, Fatih oldum... Eyüp oldum... Eserken Çamlıcaydım... Ve zenginliğimle Sultanahmet... Sen oldum... Anlamadın... Yanıp biterken İstanbul... Ve seni de bitirirken......

Yarım kalan ne?

10 Şubat 2010 Çarşamba

Hayata çakılı olduğumuz yerden bakınca gördüklerimiz yorucu ve karışık... Bir dolu mesele. Karmaşa ve heyecan. Huzursuzluk ve sabırsızlık. Baş edilecek ne kadar çok problem ve varılacak onca hedef... Bir çocuğun misketlerine bağımlılığı gibi, esiri olduğumuz ve onlarla var olduğumuzu sandığımız herkesin kendi eksikliğine göre oyuncaklar... Kimisi için tabanca- tüfek... Kimisi için teknoloji etiketleri... Bazen otomobiller, bazen değerli...

Ya sevmeseydik?

10 Şubat 2010 Çarşamba

Gün yirmi dört saat... Biter... Sabah başlayan kısa yolculuk, akşam boyunca hüzün bulutlarının içinde geçse de, ertesi güne inancın gücüyle, biter... Ve bu bitmek, adamı bitirmez... Sonraki günler vardır çünkü... Yaşanacak yeni günler... Film biter... Başka filmler vardır; olacaktır... Paketteki son sigarayı yakarsınız... Tiryakiyseniz ve yedeğiniz yoksa, hafif tedirginlikler yaşarsınız. Ama yeni bir paket... Hayata öksürük ve keyif katan...

Vaziyeti kurtarmak üzerine...

10 Şubat 2010 Çarşamba

Memleket ahvaline girmek, üzerinde herkesin hoyratça at koşturabileceği ve zaten öyle de yaptığı bir atış sahasına girmektir ki, "iyi hissettirir" en azından... "Fikir sahibi" gibi gözükmek bu açıdan kolay bir duruş şeklidir ve hiçbir sorumluluk gerektirmez. "Bence..." diye başlayın ve sallayın gitsin... "Olmalı", "Yapılmalı", "Doğrudur", "Yanlıştır", "Acilen" gibi hükümlerle atıp tutmak, klas ve etkili bir kroşe çıkarmak yerine, mevzuun...

Uzak

10 Şubat 2010 Çarşamba

Çok uzaktayım şimdi... Oyun bitti. O telaşlı ve heyecanlı kalabalık... Sonra sahnedeki macera... Bitti... Salon boşaldı. Işıklar söndü. Herkes gitti. Ben buradayım. Ve burası çok uzak... *** Elimde bilet... Yanlış yer için... Yanlış zamanda... Gecenin dipsiz kuyusunda. İstasyonun yapayalnızı... Yarın sabaha kadar soğuğun ve ıssızlığın... Gün ağardığında yabancı bir kalabalığın içinde... Yapayalnız... Kaldığım yer, gidemediğim yerden çok...

Uyandırma servisi

10 Şubat 2010 Çarşamba

Şimdi sonbahardan bahsetmenin vaktidir Eylül kapımıza dikilmişken... Serin rüzgârları ve sarı yapraklarıyla hüznü mırıldanır davetkârlarına... Uyandırma servisi gibidir hayat otelinin... “Yok” sayamazsınız sırtınızı dönüp... Ömrünüzden kayıptır tadını çıkarmamak... *** Hüznün tadı... Hüzün öldürmez... Hayata buruk bir kıvam katar sadece; o kıvamdan anlam çıkarmak bize düşer... Hüzün ruhun derinlikle yoğrulmasıdır... Zamana karşı mukavemet...

Tetiği çektiğin zaman...

10 Şubat 2010 Çarşamba

Kelimeler, cephane gibidir... Tabanca gibidir... Kurşun gibidir... Ruhsatsızdır... Herkes kullanır... Tetiği çeken kol tutulur belki... Kelimeler tutulmaz.. *** Kimi, sağa-sola rastgele ateş açan sarhoş kovboydur... İnsanlar bir kaza kurşununa denk gelmemek için çekilirler ortalıktan... Sarhoş kovboy atar-tutar... Bir adet gürültüdür... Ve çekilmezlik... *** Kimi, bütün mühimmatını evde bırakmıştır sanki... Yüreğiyle yaşar... Herkes selâm...

Tarhana çorbasının sırrı

10 Şubat 2010 Çarşamba

İftar saatinin erken olduğu şu Ramazan günlerinde, “evde yenen akşam yemeğinin hasretiyle”, eski bir yazımı arzediyorum... Bence tam zamanı çünkü... * * * Bazı lüks restaurantlar vardır... Bazı lüks oteller... Orada parayı yediğiniz yemeğe değil, güya aldığınız hizmete ödersiniz. Orada masa örtüleri pahalıdır. Orada garsonların aylıkları yüksektir. Oradaki porselenler, çatal kaşık takımları ithaldir... Sıradan vatandaş mönüden bir şey anlamaz....

Şiir, kendisi gelir!

10 Şubat 2010 Çarşamba

Bir mısra söylemek. Öyle bir mısra ki, bir damla su; çölün ortasında, sıcağa inat ve başı dik... ..... Öyle bir mısra ki; miras... Defterlerin ve kitapların hafızasına aşkla kazınmış... Yanına yarenlik etsin diye bir gül yaprağı konmuş. Bir mısra... Yıllar sonra... Herhangi bir zamanda ve herhangi bir yerde heyecanla paylaşılan. Sevgilinin yanında... Dostun yanında... Bir bardak çay, derin bir nefes ve hayata merhem gibi sürülen... Bir...

Sonbahar fakültesi

10 Şubat 2010 Çarşamba

Ne işim var benim burada? Annem nerede? Şimdi ne olacak? Eve gitmek istiyorum. Oyuncaklarımı istiyorum. Ben çizgi çizmek istemiyorum... En güzel çizgiler benim çizdiklerim... Annem dışarıda bekliyor mu acaba?’ İlkokul; bir... ..... "Bu matematikçi çok ters bir adama benziyor... Zil çalsa da teneffüse çıksak... Çok susadım. Hiçbir şey anlamadım ben bu "x"ten, "y"den... Evde bakarım. Boş ver... Son ders beden... Top oynarız. Ben büyüyünce...

Son sefer

10 Şubat 2010 Çarşamba

Ne farkeder? Ha sabah olmuş... Ha akşama yakalanmışım... Bu istasyonda, kırık dökük bankın bir ucunda... Oturmuşum. Hayatı seyrediyorum. Dörde katlayıp iç cebime koymuşum İstanbul'u... Bekliyorum... ..... Kaçırdığımı zannettiğim bütün trenler... Bütün vapurlar... Ne varsa bir yerlere giden... Dönüp dolaşıp geldiler... Anladım sonra geç olmadan... Onlar kaçırmış beni ve bensiz kalmışlar gitmenin telaşlarında... ..... Ne farkeder? Ha sabah...

Son sakin veya artık çok geç...

10 Şubat 2010 Çarşamba

Her sonbahar, bir öncekinden daha sonbahar... Ve hangi sonbahar sondur bilinmez... Yaralı kalbim, birbiri peşi sıra gelip geçen mevsimleri seyrederken, bekleyişin hüznünde derinleşiyor ama ölüm düşüncesiyle titriyor. Saatini son defa kontrol eden adamın “Artık gelmez...” kırıklığı ve mahzunluğu... Ve sanki biraz önce can vermiş gibi toprağa yayılmış yola, yine son bakış... Ve bitmişlik... Ve bu bitmişliği anlama gayreti... Evet... “Artık...

Son dakika!

10 Şubat 2010 Çarşamba

Her şeyi çok çabuk yapabilmek... Her şeyden haberdar olabilmek... Hızlı yaşamak... ..... Hayata zenginlik katan heyecanlarımız azalıyor... Ve ama sükunetimizi de kaybediyoruz... Hız, otobüsü kalkmak üzere olan adamın tedirginliğini yaşatıyor bir ömür... ..... Hıza kavuşmak, hayatımıza boş alanlar açmıyor "huzur"u hissedebilmek için... Hız, coğrafi olarak hareket sahamızı genişletme cür'etini kazandırıyor. Gidip duruyoruz... İşyerimiz önceleri...

Son adres!..

10 Şubat 2010 Çarşamba

-1- O, bütün dünyayı sırtlayacağına inanmıştı... Ülkeleri ve şehirleri hallaç pamuğu gibi atmış, gitmedik yer bırakmamıştı... Uçuyordu... Başarısı, bir gölge gibi onu takip ediyor; bazan ona yetişemiyordu bile... Herkes ondan bahsediyor, kimi gıpta ediyor, kimi kıskanıyordu... Büyük adamdı vesselâm... Kendisi de bunun farkındaydı... Beynine bir vursa dünyanın, pekmez gibi akıtırdı safrasını... Gözlerinden okunuyordu bu inanç... Fısıldasa...

Slm.Nbr?

10 Şubat 2010 Çarşamba

Hayatında hiç balta tutmamış, odun kırmamış, bir sobayı tutuşturup ısınmanın keyfine varmamış... Bir çeşme başında kuyrukta bekleyip bir bidon su doldurmamış... Yer yatağından uyanıp, yer sofrasında aynı kaba kaşık sallamamış... Gaz lambasının titrek ışığında kitap okumamış... Kuzine’de ekmek kızartmamış, portakal kabuğunu o kızgın demirin üstüne koyup odasına rayiha katmamış... Ve fakat hayatı anlamaya çalışıyor genç adam; aşkı anlamaya...

Sevgimin kurdelesi ateşten

10 Şubat 2010 Çarşamba

Bir yıl daha geride kalırken, geleceği düşündüm... Ölümü... Yeni bir yıl... Yeni umutlar... Palavra... Yeni bir yıl, sona biraz daha yaklaşmak... Nasıl bir son? Bu sorudan korkmadan, hediyelik eşya satan dükkanlara saldırmak arsızca... Ve plastik sevgileri... kurgulanmış sevgileri, eciş bücüş ama rengarenk para tuzaklarına gömüp paketlemek sonra... “Al... Seni hatırladım... Ve senin için zahmete girdim... Bu anlamsız ambalaj, sana sevgimi...

Sevda gayretten sorulur

10 Şubat 2010 Çarşamba

Toprağın ve çiçeklerle yaprakların gecenin nemiyle hemhal olduğu... Kepenklerin henüz sessizliği yırtmadığı bir sükunet vaktinde... Gecenin eteklerini sürüdüğü yavaş yavaş geçip giderken... Ufukta güneşin habercisi belli belirsiz bir koyu kızıllık... Kızkulesinin gözleri kapalı henüz ... Çamlıca boz bulanık bir sisin alaca karanlığının derinliğinde... Serin/soğuk okşayışlı bir rüzgarla... İstanbul... Halâ İstanbul... Eğer yorgana sığınmadıysanız...

Sesimin geldiği yer

10 Şubat 2010 Çarşamba

Benim sevdam... Ruhumun ve canımın kanatlarıyla sarıp sarmaladığım... Onun için, yaşadığım... ..... Kopuk bir hevesin üfürmesi değildir, durduğum yeri ve duruşumu bana ait kılan... Bir bıçak sırtında; sevmek ve ölmek arasında görünen... Ama huzur içinde... Gönlüm ve zihnim sakin... Nerede olduğumun farkındayım! ..... Öylesine sevmek ki bu... Ölesiye sevmek değil, şuursuzca... Sevgiyi, ölüm eşiğinden başı dik geçirmek telaşı... Hesap gününe...

Serin sarı

10 Şubat 2010 Çarşamba

Şehrin bütün sarı yaprakları... Serin ve nemli... Yüreğime düşüyor; erken bir sonbaharın ortasında... Hüzün topluyorum yürüdüğüm yollardan... Herkes gibi, herkesin arasında... Eskice bir pardösü, üzerimde iğreti... Ellerim ceplerimde; ellerim utangaç... Yürüyorum; yüreğimde yapraklar... Yürüyorum, yüküm artıyor... *** Çocuktum ben de; işte ilk mektebim... Önünden geçmiyorum. Ama orda, dikkatli bakarsanız; sarı eski bina... Gençtim ben de;...

Protokol!

10 Şubat 2010 Çarşamba

Hangi sıfat, insan olma şerefini bir kenara bıraktırıp üstünlük adına kıstas olabilir? Yazar olmak, gazeteci olmak, zengin olmak? Veya futbolcu olmak? Artist olmak? *** Aşk hangi mesleğe mahsustur? Veya hüzün? Veya merhamet? *** “Kodum mu oturturum?” zontalığı ile kalemi, cümleyi, makamı, şöhreti silah gibi kullanmak arasında ne fark var? *** Bahar geliyor... Apaydınlık sabahların, çiçek kokulu uyanışların, ümitli başlangıçların zamanı......

Postacının suçu ne?

10 Şubat 2010 Çarşamba

Medeniyet kavramı giderek muhteva değiştiriyor galiba... Medeniyet bir değerler bütünüdür. Ve bu değerlerin, değer kabul edilebilmesi, ahlaki normlara uygunluğuna bağlıdır. Zaman geçtikçe ve teknoloji ilerledikçe - bilim ilerledikçe demiyorum, bilimin sonucu olan teknoloji ilerledikçe- medeniyet kavramı ahlaki bir zaafa uğradı... Artık medeniyetin ağırlığını, toplumların kültürel katkıları değil, teknolojik katkıları oluşturuyor. Yani neredeyse...

Özgürlük cezası...

10 Şubat 2010 Çarşamba

Ne yazsam, yanacak satırlarım... Yazdığıma pişman olacağım. “Yaşamamış gibi” yaşamak zorunda kalmanın ateşindeyim. Anlaşılmaz bir şey bu... Ve paylaşılmaz... Böyle bir hikaye yokmuş aslında... Destansı bir son beklerken... Sonsuzluğun kucağında buldum kendimi... Gri ve soğuk... Sonsuzluk; çağrısız ve beyhude... Yokluk olan sonsuzluk... Var edecek olan sondu halbuki... O “son” içindi her şey... Ne yazsam yanacak satırlarım, benim gibi......

Oyun

10 Şubat 2010 Çarşamba

Açık ve yüksekçe bir yere çıkın... Sakin bir tepe, sessiz bir çay bahçesi veya yolun bittiği ve şehre yukarıdan, uzaktan bakabileceğiniz bir köşe... Öncelikle iyi hissettirir. Ve daha iyi düşünür insan... ..... Şimdi kapayın gözlerinizi! Düşünün... Yapayalnız düşünün. Düşüncelerin ağırlığını ve huzuru veya huzursuzluğu ne kadar sürdürebilirsiniz? Orada öylece yapayalnızlığa mahkûm olduğunuzu farzedin. ..... Hemen bir kaçma isteği doğacak...

Neresinden bakarsan...

10 Şubat 2010 Çarşamba

Hayır... Aynı gözükmüyor hayat... Dünya... Neresinden bakarsan bak farklı... Ve ne kadar farklı bakarsan, o kadar şaşırtıcı... *** Ama bu ilk başta can sıkıcı gelen yanılmalar olmasa... Yani farkındalık, bilgelik mertebesine getirse herkesi... Hayretin azaldığı... Pişmanlığın olmadığı... Kafanın, gözün yarılmadığı bir dünya ne kadar tahammül edilebilir olurdu? *** Hâlbuki... Geçen bunca yıla rağmen... Öyle yeni, öyle akıl zorlayıcı manzaralarla...

Ne güzel cahildik!..

10 Şubat 2010 Çarşamba

Dışarıda kar... Ama kuzine içten içe öyle yanıyor ki. Kuzinenin üzerinde demir maşa... Maşanın üzerinde de ekmek dilimleri. Aydınlık bir kış sabahı ve kızarmış ekmek kokusu... Sucuk lükstü. Yumurta lezzetli. Ekmek her zaman ekmek gibi... Bir kez olsun kümesten yumurta almamış, bir kez olsun o kızarmış ekmeğin kokusunu duymamış ve fakat alışveriş merkezlerinin restoran katlarında, boğucu bir gürültü ve havasızlık içinde hamburger keyfine...

Ne alırdınız?

10 Şubat 2010 Çarşamba

Yaşlı bir çınarın altında... Tahta bir masa ve tahta bir sandalye konforunda... Zemin toprak... Gökyüzüne yakın bir yerde yani... Sessiz, sakin, bereketli... Bir yudum çay... Bir nefes tütün. Bir cümle yürekten... Ölüm yine var. Ve elbette var. ..... Bir yaprak düşecek aheste, sonbahar tadında. Akşam yine olacak; vakit geceye saracak. Ancak; Bir yerlere yetişmenin telaşından uzak... Zamanın kucağında uysal kediler gibi... Huzur içre......

Mutluluğun renkleri

10 Şubat 2010 Çarşamba

Bahar geliyor... Günler uzayacak... Güneş yüzünü daha çok gösterecek... Onun beyne pozitif mesajlar gönderen yansımaları içimizi aydınlatacak... Ve bakışımızı... Renklerin armonisinde, “yaşama sevinci”ni arayacağız... *** Her mevsimin ayrı bir hüznü, ayrı bir coşkusu vardır yaşayabilene ama... Yüreğinde derin hırslar barındırmayan yalansız hayatlarda, baharın coşkulu yüzü diğer mevsimlere göre daha yakındır... Ben tutup şimdi güzel şeylerden...

Muhasebe

10 Şubat 2010 Çarşamba

“Ne gitmeyi becerebildim... Ne kalmayı. Buraların sakini ve ama yolcu... İki yarısı bir bütün etmeyen... ... Dört mevsim sonbahar ağacı. Ölmeye durmuş. ... Gelmesen de olur... Büyüdüm artık. Ve alıştım, gidemediğim yerlerden yalnız dönmeye... Ateş de benim... Su da benim... Öğrendim." ..... Yüzde elli tenzilat yapsan... Ve üstüne beş taksit... Bol bol da nakit yerine geçen puan versen... Daha dikkat çekici olmalı! Bir alana bir bedava......

Kullan at!

10 Şubat 2010 Çarşamba

Meşhur ve kabul görmüş sanatkârların eserlerinin eskidikçe değer kazanması bir tarafa, dedelerimizden ve hatta bir nesil önceki aile büyüklerimizden kalma birçok eşyayı bile, -bulabilirsek tabii- “antika” zannı ve hükmüyle saklamaya çalışıyor, kıymet atfediyoruz... Neden? Çünkü el emeği ürünü olmasının ve kullanıldığı zamana ait belge niteliği taşımasının yanı sıra “uzun ömürlü” oluşu da, onları değerli ve ilgi çekici kılıyor... Ve müzelerin...

Korku!..

10 Şubat 2010 Çarşamba

“Ne gitmeyi becerebildim... Ne kalmayı. Buraların sakini ve ama yolcu... İki yarısı bir bütün etmeyen... ..... Dört mevsim sonbahar ağacı. Ölmeye durmuş. ..... Gelmesen de olur... Büyüdüm artık. Ve alıştım, gidemediğim yerlerden yalnız dönmeye... Ateş de benim... Su da benim... Öğrendim.” ..... Yüzde elli tenzilat yapsan... Ve üstüne beş taksit... Bol bol da nakit yerine geçen puan versen... Daha dikkat çekici olmalı! Bir alana bir bedava......

Koleksiyoncu!

10 Şubat 2010 Çarşamba

İlk karşılaşmamızdı... Ve ben daha çocuktum... Kalbimi avuçlarına aldı; yüzünde tatlı bir tebessüm... Gözlerinde ötelerin ötesi... Ilık bir rüzgâr esti... *** Kitap, kapağından belli olur ya... Bin bir macera, akıl almaz hazineler, kahramanlar ve kahraman olmak... Ben o kitabı çekip aldım... Göğsüme bastırdım... Sahiplendim... Daha ilk karşılaşmamızdı... Çarptı beni... Ilık bir rüzgâr gibi... *** Ve ben daha çocuktum... Yerçekimine karşı...

Kifayetsiz

10 Şubat 2010 Çarşamba

Behçet Necatigil, “Çirkindi dar vakitlerde bir sevgiyi söylemek” derken, insana dair bir kusurun altını çiziyordu; üstelik kusur hafif kalır bu ahmaklığı tarif etmek için... Gönlümüz bir sevgi çağlayanıdır ve fakat halimizi muhatabımızın engin ferasetine emanet ederiz hep... Bir teselli de vardır elbet bu acizliğe su serpecek; “Ya kelimeler kifayetsiz kalırsa?” *** Neyin daha değerli olduğunu nasıl anlarız ve hangi değer heyecanımızın karşılığını...

Kar sessizliği

10 Şubat 2010 Çarşamba

Sabahın erken vakitleri... Kış... En az bir karış kar... Uyandığım zaman şehrin gürültüsüne, uğultusuna kulak kesilirdim önce... Çocukluğumdan bahsediyorum... Eğer sessizlik hakimse, bu karın habercisiydi... Demek ki arabalar yola çıkamamış... Demek ki daha az insan sokakta... Sonra sessiz bir ses... Sessiz bir melodi... Karda yürümeye çalışanların ayak sesleri... Hayal edin o ses nasıldır... Nasıl adım atarsınız... Kar nasıl ezilir ve...

İstanbul’un koynunda...

10 Şubat 2010 Çarşamba

Gecenin ikisiydi... İstanbul mahrem bir rüzgârla serinlemeye çalışırken... Sultanahmet’in ara sokaklarında kendimi aradım... *** Sonra o mahrem rüzgârla, İstanbul’a dair muhabbetimizin koluna girip, kimsenin kalmadığı ve olmadığı bir zaman parçasını paylaştık. *** “Boş ver” dedi, “Bırak aramayı...” Ayasofya’nın arkasına doğru yürüdük. Soğuksuçeşme Sokağının başında durduk... “Ne görüyorsun?” dedi... “Hiç...” diye cevap verecekken anlatmaya...

İlk bakışta aşk

10 Şubat 2010 Çarşamba

Göz göze gelince... Kalbimde "bir şey" olur... Adını koyamadığım, ama hep kulak verdiğim... Bir şey... ..... Gördüğümden gözümü alamıyorsam -ki herşey saniyelerle sınırlıdır aslında- bir maceranın başlamak üzere olduğunu anlarım ve kalp atışım hızlanır... Hafif tatlı bir heyecan ve arzu... Sonra, hafızama kazınan görüntüyü daha iyi algılamak için, başka tarafa bakarım... Birkaç saniye ruhumdaki ve duygularımdaki değişimi anlamaya çalışırım....

Hesapla hadi!

10 Şubat 2010 Çarşamba

Birlikte yürüdüğümüz yolun uzunluğunu değil, yaşadığımız yolu hesapla! Ben sana yağmur yağarken, gökyüzüne bakıp sevinmeyi öğrettim! Sevinmeyi hesapla! *** Gün gelir; ölürüm... Yokluğumu hesapla! *** Kâinat boşluğunun sonsuzluğunda ritmik bir noktacık; dünya... Koca dünyada ritmik bir noktacık; kalbim... Rabbimin “Hiçbir yere sığmam; oraya sığarım” övgüsüyle yüce... Ve ama, hırsının örsünde vahşice; Kırılmayı hesapla! *** Başucundaki eski...

HEPİMİZ KAHRAMANIZ!

10 Şubat 2010 Çarşamba

Sanat ve edebiyat insanı anlatır... Derinliği olan beyinlerin ürünüdür; muhatabına da derinlik katma arzusundadır. Sanat ve edebiyat, insanı ve hayatı anlamaya çalışıp, anlatma çabasıdır. Kimi zaman yekpare bir kriz ürünü olsa ve anlaşılmazlığı barındırsa da... İnsanı anlatır... *** Konu aşktır mesela... Bakarsınız bir çobanın aşkıdır; mısraların sırtında çağları aşıp yüreğimize işler... Veya bir hükümdarın, beyin, padişahın... Ama önemli...

Hayat pazarlığı!..

10 Şubat 2010 Çarşamba

Sabahın kör vaktinde kapı çalar uzun uzun... Zamansız... Kapıda bir haber: - Herşey bitti, der... Yarı sersem sorarsınız: -Ne bitti? Ne herşeyi? - Bitti... artık vaktiniz yok... Artık yaşamak yok... * * * Son birkaç nefes süresince, haberi karşınıza alıp konuşursunuz... Bir hesaplaşma... Bir pazarlık gibi... - Daha çok erken... Daha çok şey yaşayacakken.... Haber kararlı... Ama sakin... - Erken olduğunu nereden biliyorsunuz. Ölümün vakitlisi...

Zamansız

10 Şubat 2010 Çarşamba

Serin bir nefesi, bir ağaç altında... Bankta... Yalnızlığa misafir olup... Yaprakları dökülmeye devam eden bir ağaç altında... Sarı sonbahar... Serin ve hatta üşütmeye yakın/her an dayanamayıp kalkacakmış gibi... Serin bir nefesi çekmek ve onu hissetmek ayak ucundan, beynin kıvrımlarına kadar... Serin ve temiz... *** Bir nefes daha, gözlerini kapatıp... Yaprakların hışırtısı içinde/sessizliği dinlemek... Sarı sessizlik... Serin sessizlik......
 

2009 ·Vefâ Arşivi by TNB